TR EN

Dil Seçin

Ara

Hür Adam: Asırları Kucaklayan Bir Mütefekkir!

Bediüzzaman Hazretleri, Risaleleri yazarken ya da bir hapishaneden diğerine sürgün edilirken, ona bir takım zulmü, eziyeti reva görenlerin farkında olmadığı bir gerçek vardı: Onu da bir Hollywood filminin girişindeki epilogdan öğrendik. Şöyle diyordu yapımcılığını ünlü Matrix’in sahibi olan Wachoski Kardeşler’in yaptığı 2006 yapımı V For Vendetta filminin girişindeki epilog: “Bir fikir hala dünyayı değiştirebilir. Fikirlerin gücüne bizzat şahit oldum. Fikirleri savunurken ölen insanları gördüm... Fikirler kan ağlamaz. Acıyı hissetmezler ve özlediğim bir fikir değil; bir adamdı...” Ve ardından ekliyordu: “Fikirler kurşunla öldürülemez...” Bediüzzaman’ın şahsi menkıbesinin dayandığı nokta da buydu.

Keza yine Risaleler’in diliyle anlatırsak: “Esbab bilkülliye sukut etse dahi” Yunus Nebi (as) gibi, sebepleri aşarak, hak ve hakikatı tesis eden gelişmeler olur ve güce, masivanın tüm kumdan gerekçelerini elinde tutanların avucunda bir tutam toprak kalır.

Bediüzzaman Said Nursi’nin hayat hikayesi bu nedenle çok mühim, ibretli ve hikmetlidir. Üzerine merhametsizliğin, vicdansızlığın tüm aygıtlarıyla gelen koskoca paradigmayı zerre kadar önemsememiş bir iman ve aksiyon adamıdır çünkü o!

Ne ki, Risaleler’in gönüllerde makes bulması, neşv ü nema etmesi belli bir sürece yayılmışsa ve bu Kur’an rayihasıyla dolu bahçenin keşfi ve istifade edilmesi nasılki bir serencam gerektiriyorsa, hapis ve sürgünler de hikmet düzleminde bir anlam tahtına oturmuş oluyor.

Hür Adam filmiyle bağlayacak olursak meseleyi. Yapımcı, senarist ve yönetmeni Mehmet Tanrısever’in üzülmesine gerek yoktur. Filmin gişe rakamları da bunu vermektedir. Bir anda patlayan bir saman alevi değil, için için yanan bir derin hikmet alevi gibidir rakamlar. Ki Hür Adam filmini ilk hafta 350 bine yakın, ikinci hafta ise 675 bini aşkın insan izlemiştir. Bu rakam epey bir süre böyle devam edecektir kanaatimizce.

Filmin muhteva ve estetik analizini yapacak olursak... Önce merhum Meriç’ten filmin kahramanı için birkaç tasvir ödünç almak icap edecektir: “Said, dağbaşında va’z eden bir mürşit.” diyor merhum Cemil Meriç: “Hor görülenler, her şeyini kaybedenler, mukaddesleri çiğnenenler ona koştu akın akın.”

Ne yazık ki, bu koşmayı hiçbir zaman çözemedi Türk entelijansiyası. Bediüzzaman’ın eşref Edip’e söylediği gibi; onu skolastik bataklığı içinde saplanmış bir medrese hocası zannettiler yıllar yılı. Ya da öyle göstermek istediler. Oysa, bütün müspet ilimlerle, asr-ı hazır fen ve felsefesiyle meşgul olmuş, bu hususta en derin meseleleri halletmiş münevver, mütefekkir ve âlimdi.

Sadece Meriç’i okuyabilseler farkedeceklerdir ki; “Nass’ların yalçın duvarları arkasından geliyordu bu ses, tarihin içinden geliyordu. Kabuğuna çekilmiş yüz binlerce insanı uyandırdı. Bu hayalî insanlar o konuştukça gerçekleşti. Yani, Nurculardan önce kelam var. O konuştukça, laikliğin kartondan setleri yıkıldı birer birer. Kentle köy, çağdaş uygarlık düzeyi(!) ile Anadolu, tereddütle inanç... Karşı karşıya geldi.”

Büyük insanları filme almak kolay iş değil. Bazen kariyeri riske atan bir cesaret ister. Bu nedenle Mehmet Tanrısever’i ilk başta cesaretinden dolayı kutlamak gerekir. Türk sosyal, siyasal ve manevi tarihinde önemli bir rolü bulunan bir şahsiyeti filme almak büyük cesarettir.

Gerçi herkes konuya âşina ama yine de filmin konusunu anlatalım: Geçtiğimiz yüzyılın sonlarında Anadolu’nun küçük bir köyünde bir Kürt çocuğu dünyaya gelir: Mirza oğlu Said. Ateşin zekası, cevvaliyeti ve ilme olan yatkınlığı ile kısa sürede ünü, bulunduğu bölgeyi çok çok aşar. Yönetmenin kamerası da Küçük Said’in annesiyle yaptığı ‘Ay  tutulması’ diyaloğu ile başlıyor. Ve bir yol hikâyesine dönüşüyor adeta. Milli Mücadele yılları, 1. Dünya Savaşı, esaret, Rusya, Avrupa, İstanbul, Ankara ve tehlikeli bulunmasıyla başlayıp, on yıllarca süren sürgün ve hapis hayatı. Molla Said’in öyküsü bu...

Film tablolar halinde Bediüzzaman’ın hayatını biyografik olarak anlatırken, sıklıkla Flash Back/geri dönüşlere başvuruyor ve ayrıntılara giriyor. Meseleye muttali olanlar için yeni ya da farklı bir şey yok. Ama kitap sayfalarında okuduğumuz bir mücadele ve aksiyon insanının görsel kurgusu var karşımızda.

Her ne kadar Mustafa Kemal ile karşılaştıkları 1-2 dakikalık plan yüzünden bir bardak suda fırtına kopartılsa da, aynı zamanda sosyal ve epistemolojik bir dönem tasviri de var filmde. Yapılan zulümler, çekilen çileler, gözle görülür bir vecd, tevekkül ve yenilmez bir iradeye bir kez daha şahit oluyoruz.

Başroldeki Mürşit Ağa Bağ müthiş bir tercih olmuş. Sadece fiziksel benzerlik değil, bakışıyla, jest ve mimikleriyle Bediüzzaman’ın ruhunu başarılı bir şekilde izleyiciye geçirmeyi başarıyor deneyimli oyuncu. ‘Oyun verme’de zaman zaman aksamalar olsa da, filmin sair oyuncuları da çoğu kez başarılı. Tanrısever hiçbir akademik alt yapısı olmamasına rağmen, fıtri bir sinemacı yeteneğine sahip olduğunu bir kez daha kanıtlıyor.

Neredeyse 70 yıllık bir zaman dilimini anlatmak çok zordur. Zaman sıçramaları, fiziksel ve ruhsal değişimleri, dönüşümleri izleyiciye aktarabilmek her sinemacının harcı değildir. Hür Adam bu zorluğun altından başarıyla kalkıyor.

Nakiseleri, küçük hataları yok mu filmin? Elbette var! Ancak bunların hiçbiri filmin genel kalitesini etkilemiyor.

Bir tek şey var; muhteşem final sahnesinden sonra keşke bir epilog konulsaydı. Aslında ilk baştaki ‘voice over’ buna imkân da tanıyordu. Hani ağacın üzerindeki o görkemli sahneden hemen sonra siyah kadrda, Üstad Bediüzzaman’ın ömrünün ne kadarının hapiste geçtiğini, kitaplarının nerelerde ne kadar satıldığı, kaç ülkede yayınlandığı filan yazılsaydı, zulmün ne kadar şedit olursa olsun ‘hak’ olanı engelleyemediğini daha çarpıcı görürdük.

Arzumuz o ki; Hür Adam bir dibace belki, girizgah olsun... Burnundan soluyanların, öfke kusanların, diş bileyenlerin daha serinkanlılıkla yaklaşması, anlamaya çalışması gereken bir ön temrin...

Son olarak sözü yine Meriç’e bırakalım: “Üstad şimşek pırıltıları ile aydınlanan bu karanlık bölgelerde büyük bir güvenle dolaşıyor. Üslüp kesif ve izahlar inandırıcı. Asırları kucaklayan bir tefekkürün çağdaş idrake seslenişi, yaralanan bir idrake, yabancılaşmış bir idrake. İrfanımızın madde-i asliyesi olan bu fikirleri ne kadar anlayabiliyoruz? Heyhat; ne meselenin kendisine aşinayız, ne mefhumlara.”

Bu nedenle her ne kadar kimileri nefret kussalar, kin akıtsalar da konuşulması, tartışılması, gündem olması gereken bir değerin çok gecikmiş pratiğine vesile olması bile böylesi bir filmi çektiği için Tanrısever ve ekibine şükran borçlu olduğumuzun ispatı.