TR EN

Dil Seçin

Ara

Hayatı Kucaklayan Osmanlı Vakıfları

Osmanlı’da vakıflar, toplumun hayır ve iyiliği için çalışan bir tür “sigorta teşkilatı”ndan veya “yardımlaşma sandığı”ndan farksızdı.

 

Osmanlı’da vakıflar, toplumun hayır ve iyiliği için çalışan bir tür “sigorta teşkilatı”ndan veya “yardımlaşma sandığı”ndan farksızdı. Osmanlı toplumunda adeta darb-ı mesel haline gelmiş şu söz, vakıfların hayatın içine nasıl yayıldığını ve ne denli önemli bir fonksiyon ifa ettiğini çok mükemmel bir şekilde ifade etmektedir: “Vakıflar sayesinde bir adam, vakıf bir evde doğar, vakıf beşikte uyur, vakıf mallardan yer ve içer, vakıf kitaplardan okur, vakıf bir mektepte hocalık eder, vakıf idaresinden ücretini alır, öldüğü zaman vakıf bir tabuta konur ve vakıf bir mezarlığa gömülür.”

Şükrüllah’ın “Behcetu’t-Tevârih”inde geçen, kuruluş döneminde Sultan I. Murad’ın Bursa’da yaptırdığı bir vakıf müessesesinin eda edeceği vazifeler hakkında aktarılan şu bilgiler de vakıfların emsalsiz fonksiyonlarına bir başka güzel misaldir: “Bursa’da ahiret için bir yapı yaptılar. Hem konuk evi, hem cami, hem medresedir. Kimsesizler ve yoksullar için paçalardan, tatlılardan, ekşilerden daha güzeli olmayan yemeklerin hepsinden verilmesini, konukların hayvanlarının da yemlendirilmesini buyurdu. Hatiplere, hafızlara, müderrislere, muidlere ve öğrencilere vazife karşılığı akçe bağladı. O evin karşısında bir kubbe yapılmasını buyurdu. Her gün ayrıca 30 hafız o kubbede güzel sesle Kur’an okuyup hatmektedirler.”

Osmanlı’nın “vakıf insanları” hayır, iyilik ve infakta öyle ileri bir noktaya ulaşmıştı ki; İstanbul Ortaköy’de oturan yaşlı ve kimsesiz bir kadın olan Hakime Hanım, üç odalı evinin bir veya iki odasını vakfedebiliyor; yüzlerce kadın geliri azalmış vakıflara ufak da olsa bir katkı sağlamak için evini, bahçesini, tarlasını ve hatta ziynet eşyasını bile bağışlayabiliyordu.

İslamiyetin toplum hayatında yeşertip geliştirdiği duygulardan biri olan yardımlaşma ve bundan gelişen vakıf kurumları bütün hizmetlerini samimane, gösterişten uzak ve karşılık beklemeden yapmışlar ve bunu insanlığın normal bir gereği gibi görmüşlerdir. Bunun için de bu mükemmel hizmetlerinden bahsetme ihtiyacı bile duymamışlar. Şimdi bizler de bu vakıf medeniyetimizin pek çok ayrıntısını, kendi toplumlarında hayal edemeyecekleri harika örnekleri görüp hayretle kaydeden yabancıların ifadelerinden öğreniyoruz.

Elbette bunları görüp kuru kuruya “bizim ecdadımız…” diye başlayan faydasız cümleler kurmak yerine, bu gerçek medeniyet örneklerini şu zamanda hayata geçirme gayretinde olmamız gerek…

 

Yabancı Seyyahların Gördükleri

Fransız Seyyah Du Loir, Osmanlı’daki misafirperverlik, misafirhaneler, yolculara, kimsesizlere, fakirlere, mahkûmlara ve hastalara karşı aklın ve hayalin sınırlarını aşan, toplumun geniş kesimlerini saran bu hayırseverlik ve hayırda yarışma furyası hakkında şaşkınlık ve hayranlığını gizleyemeyerek bu konuda şu çarpıcı tespit ve izlenimleri aktarır:

“İnsan cinsine ait olan Türk hayratı cemiyet ile ferdi, ölüler ile dirileri kapsar. Bütün Türkiye’de imaret denilen misafirhaneler vardır. Buralarda hangi dine mensup olursa olsun bütün fakirlere ihtiyaçları nispetinde yardım edilir. Hiçbir ayrıma tabi tutulmaksızın bütün yolcular imaretlerde üç gün kalabilirler ve kaldıkları müddetçe de her öğün yemekte, vakıf şartı gereğince birer tabak pilavla ağırlanırlar. Şehirler ile yol boylarında imaretlerden başka her türlü şahsa kapıları daima açık duran Kervansaraylar da vardır. Bazı Türkler de hayrat olarak yol boylarında yolcuları susuzluktan kurtarmak için çeşmeler yaptırırlar. Bazıları da şehirlerde sokaklardan gelip geçenler için sebiller yaptırır. Bunlar için de tıpkı dairelerde olduğu gibi aylıklı memurlar vardır; vazifeleri isteyenlere su vermektir. Gene aynı hayrat ve hasenat duygusu kimisinin de yolları düzenlemelerine, temizletmelerine ve kaldırım döşetmelerine sebep olur. Bütün bunlardan daha fevkalade ve daha takdire değer olanı da bütün bu binalarda, kurucularının hodbinliklerini (bencillik ve menfaatçiliklerini) gösterecek alâmetler görülmemesidir. Fertlere ait sadakalar da aynı nispette dindaranedir. Zenginler, hapishanelere gidip borç yüzünden hapsedilmiş olanları kurtarırlar. Türklerin felaketzedelerle alakaları, yalnız teselli sözleriyle sınırlı kalmayıp, imkân buldukça fiiliyata da geçerler. Yalnız sözle teselli verebilecekleri vaziyetlerdeyse, mantık oyunlarına veya tumturaklı lakırdılara kalkışmayıp, takdir-i ilâhiye karşı tevekkül telkin ederler. Mukadderata iman ettikleri için, vebalılar bile dâhil olmak üzere bütün hastaları büyük bir şefkatle ziyaret edip muhtaç oldukları ilaçları gönderirler. Zaruretlerini söylemekten utanan fakirlerin ihtiyaçlarını misli görülmemiş bir özen ve gizlilikle inceleyip hemen yardım ederler.”

Hiçbir karşılık beklemeksizin sergilenen insaniyet, iyilikseverlik, hayrat, hasenat, hayırseverlik gibi faziletler Osmanlı insanını tanımlayan en güçlü özelliklerden olmuş, dost ve düşmanın hürmet ve takdirini kazanmıştır.

Konuyla alakalı Fransız seyyah Jean de Thévenot’un, 1665’te yazdığı seyahatnamede yer alan şu ifadeler, Müslümanlar için gayet tabii, ancak Batılılar için gayet şaşırtıcı ve inanılmaz hadiselerdir: “Kimisi daha hayattayken servetiyle fukaraya bakar, kimisi ölürken hastaneler tesisi yahut köprülerle kervansaraylar veyahut yol boylarında çeşmeler inşası için muazzam sermayeler bırakır; hatta birçokları da bu hayrat ve hasenatı daha sağlıklarında yaparlar; bazıları ölürken köleleriyle cariyelerini azat ederler; keseleriyle hayrat yapamayanlar ana yolların tamirinde çalışarak, yol boylarındaki su haznelerini doldurarak, sellerde suların civarında durup yolculara tehlike işareti vererek kollarıyla hayır işlerler, bütün bunlara mukabil katiyen para almazlar ve hatta eğer teklif edilecek olursa para için değil, fisebilillah çalıştıklarını söyleyerek reddederler.”

Bir diğer çarpıcı tespit, 18. yüzyılda Osmanlı topraklarında yaşamış Fransız General Comte de Bonneval’a aittir: “Hiçbir istisnası olmamak şartıyla bütün Türkler hayırseverler; ne din farkına, ne de ihtiyaç sahiplerinin geçmiş fiil ve hareketlerine bakmaksızın bütün muhtaçlara yardım ederler. Çünkü onların nazarında herhangi bir şaki (eşkıya) hayat değiştirip mükemmel bir veli olabilir. İşte bundan dolayı Türk hayrat ve hasenatından hiçbir kimse mahrum edilmez.”

1550’li yıllarda Avusturya elçisi Busbeck’e “Türkiye’de her şey insanileşmiş, her katı yumuşamıştır. Hayvanlar bile” dedirtecek ölçüde, vakıf anlayışının Osmanlı’yı ne denli insanî ve medenî hale getirdiğiyle alakalı seyyah Hans Lewenklaw’ın görüşleriyse şöyledir: “Türkler, yalnızca yoksullara karşı iyiliksever olmakla yetinmezler; onlar caddeleri onarırlar, yolcuların istifade etmesi için çeşmeler yaparlar. Müslüman olsun olmasın herkesin iyiliği için, hastane, otel, hamam, köprü ve cami inşa ettirirler.”

 

Aç Kurtlardan, Kanadı Kırık Leyleklere

Kedilere, dağ başlarındaki aç kurtlara yiyecek hazırlamak ve sakat leyleklerin hayatlarını garantiye almak için hayır müesseseleri bina eden büyük ecdad, bu konuda kırılması imkânsız rekorlara imza atmıştır. Fransız seyyah J. de Thévenot’un, 1656’da İstanbul’da gördüğü, tanıştığı ve sohbet ettiği Türklerin hayvan sevgisiyle ilgili kendisini hayrette bırakan müşahedeleri, Osmanlı toplumunun vakıf ruhunu kavrama ve tatbik etmede hangi üstün noktaları yakaladığının, Batı’nın—ve modern dünyanın—bu mevzuda Osmanlı’nın neresinde olduğunun müthiş göstergelerinden biridir:

“Türklerin bazıları ölürken haftada şu kadar defa şu kadar köpeğe ve şu kadar kediye yiyecek verilmek üzere birçok iratlar (miras, nafaka) bırakırlar yahut bu hayrın işlenmesini temin için fırıncılarla kasaplara para verirler ve onlar da bu gibi vasiyetleri büyük bir sadakatle ve hatta dindarane bir riayetle yerine getirirler. Onun için her gün et taşıyan birtakım kimselerin vâkıf şartına göre ya köpekleri veya kedileri çağırıp etraflarına toplanan hayvanlara et parçaları atışları görülecek şeydir. Bunlar bizim nazarımızda çok gülünç olmakla beraber onlarca öyle değildir.”

Fransız Şair Lamartine’nin tespitleri de J. Thévenot’la hemen hemen aynı çerçevededir, ama Lamartine şu noktaya özellikle dikkat çeker: “Türkler, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başıboş bırakılan veya eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler.”

17. yüzyılda Osmanlı topraklarına seyahat etmiş olan Fransız avukat Guer, Osmanlıların hayvanlara besledikleri ilgi ve şefkatten, onlar için yaptıkları hayret verici hizmetleri anlatırken, çarpıcı bir misal olarak Şam’da gördüğü “kedilere ve köpeklere mahsus hastane”den şaşkınlıkla söz etmiştir.

İngilizlerin elçilik görevlilerinden Paul Ricaut, Guer’in bahsini ettiği hayvanlara özel vakıfların yanı sıra Osmanlıların, hayvan haklarına riayet etme noktasında ne denli büyük bir hassasiyet, gayret ve hizmet ortaya koydukları hakkında şu ilginç bilgi ve müşahedeleri aktarmıştır: “Fakir insanlar için kurulan aş evlerinde, insanlardan başka kedi ve köpek gibi hayvanlar da doyurulduğu gibi, sırf kedi ve köpek gibi hayvanlar için özel vakıflar da kurmak âdetti. Bazı şehirlerde kediler için yapılmış binalar bulunuyordu. Gıdaları için vakıflar kurulmuş; kedilere hizmet için vekil harçlar ve uşaklar tahsis edilmiştir.”

Ayrıca 9 Şubat 1829 tarihli belgede geçen, odun, kömür, kereste gibi yükleri taşıyan atlar ve genel anlamda yük hayvanlarıyla ilgili şu ikazlar, Osmanlı’nın hayvan haklarını koruma hususundaki incelik ve titizliğinin çarpıcı delillerinden birisidir: “Hamalların, Cuma günleri hayvanları çalıştırmamaları, hayvanlara güzelce bakmaları, yüklerini boşalttıktan sonra hayvanlara binmemeleri eskiden beri uyulan bir usuldür. Ancak son zamanlarda buna uyulmadığı görülmüş olup, gerekli tedbirler alınacaktır.”

 

Medeniyetimiz ve Vakıflarımız

Vakıfları, sadece fakirlere yardım eden ve cümle mahlûkata hizmet götüren bir müessese olarak görmek eksik bir değerlendirme olur; zira vakıflar aynı zamanda Osmanlı kültür ve medeniyetinin, fikir ve irfan hayatının da belkemiği mesabesindeydi. Ömer Lütfi Barkan’ın şu tespitleri bu görüşümüze ziyadesiyle açıklık getirmektedir:

“Osmanlı’nın toplum hayatında bir iskân ve imar metodu olarak vakıfların oynamış olduğu büyük rolden kimse şüphe etmemektedir. Şehirlerimizin her türlü amme hizmetleri, sosyal yardımlaşma teşkilatı, ilmî, dinî ve medenî hayatın her türlü tezahürleri hep vakıf tesisler yoluyla tanzim ve idare edilmiş bulunmaktadır.”

Aynı hususta S. Sami Onar’ın ortaya koyduğu şu yaklaşım ise meseleye farklı bir boyut kazandırmaktadır: “Osmanlı’da vakıfların hakikatte amme hizmetlerinin büyük kısmını üzerlerine almaları ve bu suretle sahalarının genişlemesi, bugünkü amme hizmeti müesseselerinin birçoğunun vakıf tesisatıyla kurulmuş olması, vakıf eserlerinin millî servet ve medeniyetimizin bir kısmını teşkil etmesi, vakıfların idare ve medeniyet tarihimize girmesini neticelendirmiştir.”

 

Vakıf Medeniyeti Sınıf Çatışmalarını Önledi

Vakıfların yukarıda sözünü ettiğimiz fonksiyonlarından başka, vakıf hastanelerde her dinden ve ırktan insanların tedavi edildiğini, doktor temin edildiğini ve gerekirse ücretsiz ilaç verildiğini de görmekteyiz. İmaretlerde yoksullara, yolculara ve misafirlere her gün bir veya iki öğün yemek veriliyordu. O kadar ki, İstanbul imaretlerinde her gün parasız yemek yiyenlerin sayısı 30 bin idi. Böylece vakıflar bir yandan binlerce görevliye maaş öderken, bir yandan da yüz binlerce insana hizmet götürüyordu. Aynı zamanda vakıflar yolu ile gelir dağılımındaki dengesizlikler asgariye indiriliyor, toplumsal adalet sağlanarak sosyal patlamaların ve sınıf çatışmalarının da önü alınıyordu.

Polonyalı rahip Simeon’un 1611 yılında Edirne’deki şu şahadeti mevzu hakkında tatminkâr bir ipucu teşkil etmektedir: “Her dinlenme noktasında han, hastane, kervansaray ve hamamlar vardır. Her menzildeki imaretlerde yolculara günde iki öğün bedava pilav, yahni (et), zerde ve iki ekmek verilmektedir. Hayvanlar aynı şekilde bedava bakılmaktadır. Kervan, bin kişilik olsa gene aynı ihtimam gösterilmektedir.”

Alman seyyah Schiltberger’e göre de bu imaretlerde “Hıristiyan, Musevî veya putperest olmasına bakılmaksızın, her yoksul, yiyip içebiliyordu.” Yahudi hacısı olan Samuel Ben Davit Yemşel ise, 17. asır ortalarında (1641-1642) üç arkadaşıyla beraber Mısır’dan İstanbul’a kadar 67 gün yolculuk yaptıklarını; yolculuk boyunca (Kahire, Kudüs, Nablus, Şam, Humus, Hama, Halep, Antakya, İstanbul) yol güzergâhında her gece bir han veya kervansaray bulduklarını ve buralarda misafir edildiklerini; bunlardan mahrum iki küçük kasabada ise, yolculara tahsis edilmiş misafir odalarında ağırlandıklarını, köylüler tarafından kendilerine yemek ikram edildiğini takdirle zikretmiştir.

 

Ekonomik ve Kültürel Hayatta Vakıfların Rolü

Osmanlı, halkının ekseriyeti Hıristiyan olan Rumeli’de fetihlerin hemen ardından vakıf müesseseleri, külliyeler kurmaya o kadar önem verdi ve bunları, Osmanlı/İslam mimarisine göre o kadar süratle inşa etti ki, bu sayede hem halkın gönlünü kazandı, varlığını benimsetti hem de iskân siyasetini kolayca tatbik etmesini sağlayarak buraları birer Müslüman-Türk toprağı haline getirmeyi ve devletin güç ve kudretini sergilemeyi başardı.

Vakıfların, ülke ticaretine ve ekonomik hayatın gelişmesine de çok olumlu etkileri olmuştur. Hemen hemen bütün şehirlerde, vakıflarca ticaret hanları kurularak, ticari hayatın canlanması ve zenginleşmesi hedeflenmiştir. Değişik dönemlerde vakıflar üzerinde yapılan (bilhassa Ö. Lütfi Barkan, Ahmed Akgündüz, Ziya Kazıcı, Bahaeddin Yediyıldız, Nazif Öztürk’ün) araştırmalar neticesinde Osmanlı iktisadî hayatının; 17. yüzyılda %15,97’sine, 18. yüzyılda %26,80’ine, 19. yüzyılda %15,77’sine, vakıfların hâkim olduğu tespit edilmiştir.

Şehirlerarası yollara, önemli stratejik mevkilere kervansaraylar yaptırılarak da, ticaret yollarının emniyeti ve işlerliği temin edilmiş ve böylece yolcu ve tüccarlara güvenli ticaret yapma ve konaklama imkânı sunulmuştur. Kervansarayların vakfiyelerinden, buralara gelen yerli-yabancı, hür-köle, erkek-kadın, Müslim-Gayrimüslim herkesin kabul edildiğini; yolcuların gıda, ilaç ve hatta ayakkabı ihtiyaçlarının dâhi karşılandığı ve hayvanlarına da bakıldığını öğrenmekteyiz. Kervansaraylar vakfedenlerin bıraktığı gelirle bu fonksiyonlarını yüzyıllar boyunca sürdürmüşlerdir. Bu noktada Ziya Kazıcı’nın şu tespitine katılmamak mümkün değildir: “Batı’nın para kazanmak gayesiyle ancak 18. yüzyılın ortalarında (1750, İngiltere) yaptırabildiği otele karşılık Müslüman Dünyası ve özellikle Osmanlı, bir sosyal hayır kuruluşu olan kervansaraylar vasıtasıyla din ve ırk farkı gözetmeden herkese yardım ediyordu.”

Ayrıca vakıflar, büyük sanat eserlerinin, hat, taş, ağaç, maden işçiliği, tezhip, çini, kitap, cilt, ebru gibi sanat dallarının gelişmesine, bu alanda şaheserler verilmesine de katkıda bulunmuşlardır. Vakfiyelerin dil, kültür, tarih, hukuk, iktisat tarihi ve sosyoloji açısından taşıdığı önem de ayrıca üzerinde durulması gereken bir husustur.

 

************

 

TARİHTEN BİRKAÇ ANEKDOT

“Hiçbir istisnası olmamak şartıyla bütün Türkler hayırseverler; ne din farkına, ne de ihtiyaç sahiplerinin geçmiş fiil ve hareketlerine bakmaksızın bütün muhtaçlara yardım ederler. Çünkü onların nazarında herhangi bir şaki (eşkıya) hayat değiştirip mükemmel bir veli olabilir. İşte bundan dolayı Türk hayrat ve hasenatından hiçbir kimse mahrum edilmez.”

(18. yüzyılda Osmanlı topraklarında yaşamış Fransız General Comte de Bonneval)

***

1550’li yıllarda Avusturya elçisi Busbeck’e “Türkiye’de her şey insanileşmiş, her katı yumuşamıştır. Hayvanlar bile” dedirten vakıf anlayışının Osmanlı’yı ne denli insanî ve medenî hale getirdiğini seyyah Hans Lewenklaw şöyle ifade eder: “Türkler, yalnızca yoksullara karşı iyiliksever olmakla yetinmezler; onlar caddeleri onarırlar, yolcuların istifade etmesi için çeşmeler yaparlar. Müslüman olsun olmasın herkesin iyiliği için, hastane, otel, hamam, köprü ve cami inşa ettirirler.”

***

Fransız Şair Lamartine de şu noktaya özellikle dikkat çeker: “Türkler, kuşlara, köpeklere, velhasıl Allah’ın yarattığı her şeye hürmet ederler; bizim memleketlerde başıboş bırakılan veya eziyet edilen bu zavallı hayvan cinslerinin hepsine şefkat ve merhametlerini teşmil ederler.”

***

Fransız seyyah Jean de Thévenot’un, 1665’te yazdığı seyahatnamede yer alan şu ifadeler, Müslümanlar için gayet tabii, ancak Batılılar için gayet şaşırtıcı ve inanılmaz hadiselerdir:

“Kimisi daha hayattayken servetiyle fukaraya bakar, kimisi ölürken hastaneler tesisi yahut köprülerle kervansaraylar veyahut yol boylarında çeşmeler inşası için muazzam sermayeler bırakır; hatta birçokları da bu hayrat ve hasenatı daha sağlıklarında yaparlar; bazıları ölürken köleleriyle cariyelerini azat ederler; keseleriyle hayrat yapamayanlar ana yolların tamirinde çalışarak, yol boylarındaki su haznelerini doldurarak, sellerde suların civarında durup yolculara tehlike işareti vererek kollarıyla hayır işlerler, bütün bunlara mukabil katiyen para almazlar ve hatta eğer teklif edilecek olursa para için değil, fisebilillah çalıştıklarını söyleyerek reddederler.”

***

İngilizlerin elçilik görevlilerinden Paul Ricaut, Osmanlıların, hayvan haklarına riayet etme noktasında ne denli büyük bir hassasiyet, gayret ve hizmet ortaya koydukları hakkında şu ilginç müşahedeleri aktarmıştır: “Fakir insanlar için kurulan aş evlerinde, insanlardan başka kedi ve köpek gibi hayvanlar da doyurulduğu gibi, sırf kedi ve köpek gibi hayvanlar için özel vakıflar da kurmak âdettir. Bazı şehirlerde kediler için yapılmış binalar bulunuyordu. Gıdaları için vakıflar kurulmuş; kedilere hizmet için vekil harçlar ve uşaklar tahsis edilmiştir.”