TR EN

Dil Seçin

Ara

Vatansever Sultan Vahdeddin

Vatansever Sultan Vahdeddin

Son Padişah Vahdeddin’in en büyük talihsizliği, saltanatının Osmanlı Devleti’nin yıkılış devrine denk gelmesidir. Osmanlı’nın tarihe veda etmesi sürecinde yaşanan tüm vahim gelişmelerin kurşundan yükünü taşımak durumunda kalmıştır. Yaverlerinden Ali Nuri Paşa’nın deyişiyle onun çektiği acıyı tarihte pek az hükümdar çekmiştir.

Son Padişah Vahdeddin’in en büyük talihsizliği, saltanatının Osmanlı Devleti’nin yıkılış devrine denk gelmesidir. Osmanlı’nın tarihe veda etmesi sürecinde yaşanan tüm vahim gelişmelerin kurşundan yükünü taşımak durumunda kalmıştır. Yaverlerinden Ali Nuri Paşa’nın deyişiyle onun çektiği acıyı tarihte pek az hükümdar çekmiştir.

 

PARATONER VE MEŞALE OLDU

Sultan Vahdeddin, I. Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılıp toprakları işgal edilen bir devlet devralmasına rağmen, işgal ve esaretin amansız şartlarına göğüs gererek batan devleti kıyıya çekme yükünü sırtlanmıştır. Bu gerçeğe, Saray Nazırı Avni Paşa’ya söylediği şu sözlerle parmak basmıştır: “Bize hükümdarlık değil, türbedarlık mukaddermiş. Vatan viraneye dönmüş, Anadolu ateş içindedir. Talih ve kaderim gereği maziden miras aldığım elim olayların içindeyim.”

Son sığınağımız Anadolu’da istiklal meşalesini ateşletmiş ve vatanın kurtuluşunda büyük rol oynamıştır. Millî Mücadele komutanlarından Refet Bele de aynı hakikate temas etmiştir: “Sultan Vahdeddin, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonraki felaketi, hiçbir ferdin hissedemediği mikyasta derinden duymuş, vatanın kurtarılması yolunda genç kumandanları Anadolu’ya dağıtmış insandır!”

İşgal ve esarete karşı paratoner vazifesi görüp, vatan ve milleti selamete çıkarmasına karşılık, maalesef tarihimizin en ağır şekilde itham edilen şahsı olmaktan kendini kurtaramamıştır. Bu duruma ilişkin Tarihçi Reşat Ekrem Koçu’nun tahlili gayet vecizdir: “Memleket felakete düştükten sonra işbaşına geçen, ağır sorumluluk yüklenen o kara bahtlı insanlar, tarihin sigorta lambalarına benzer. Kendilerinin yanması vatan ve milletin kurtulmasını temin eder.”

 

İSTİKLALİ KURTARMAK İÇİN…

Padişah olduğunda Osmanlı Devleti, en karanlık günlerini yaşıyordu. 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkes Antlaşması, her türlü imkân ve vasıtadan mahrum ve savunmasız bırakılan Osmanlı topraklarının işgal edilmesinin ve hatta devletin yıkılmasının önünü açmıştı.

13 Kasım 1918’de İtilaf Devletlerinin ilk işgal ettikleri yerlerden biri, ne yazık ki payitaht İstanbul olmuştu. Sınırları üç kıtaya yayılan ve asırlarca dünyaya hükmeden Osmanlı Cihan Devleti için kabul edilemez bir durumdu. Sultan Vahdeddin yaşadığı hicranı şöyle dile getirmişti: “İşgalciler Osmanlı’nın topraklarına girdikten sonra sınırda bir kulübeye girmekle, benim sarayıma girmek arasında bir fark yok! Gece gündüz ne çektiğimi bir Allah bilir bir de ben bilirim. Pencereden dışarı bakamaz oldum. Bunları görmeye dayanamıyorum! İstiklalimizi kurtarmak için mecburen bu hâllere katlanıyoruz. Ben milletin ateşli külü üzerine oturdum. Saltanatın kuş tüyünden minderleri üzerine oturup gömülmedim!”

Eşlerinden Nazikeda Kadınefendi’nin nedimesi Leyla Açba, padişahın hissettiği derin acıyı hatıralarına şöyle kaydetmişti: “Dört yüz yıldan fazla bu aziz şehir yabancı hâkimiyeti görmemişti. İçimiz kan ağlıyordu. Dersaadet şanımız ve şerefimizdi. Düşman kirli çizmeleriyle aziz topraklarımızı kirletiyordu. Milletimizin ocağı sönüyordu. Zat-ı Şahane, yanında duran Anber Ağa’ya “İşitiyor musun, bu benim milletimin cenaze marşıdır!” demişti. İngilizlerin işgal kumandanı Calthorpe, saraya gelip İstanbul’un işgal edildiğini tebliğ ediyordu. Efendimiz, bedbaht ve bitap halde hususi dairesine çekilmişti. “Bir şeyler yapmalı, bu böyle devam edemez. Bugün İstanbul, yarın nereyi işgal edecekler? Memleket elden gitmeden bir şeyler yapmalı!” demişti.”

 

İŞGALLER VE SÖNMEYEN UMUT

Osmanlı Devleti’ni sarsan ikinci büyük işgal, İzmir’de gerçekleşti. Paris Konferansı’ndan çıkan karar gereğince Yunanlılar, 15 Mayıs 1919’da İzmir’e asker çıkardılar. Sultan Vahdeddin işgali duyunca hüngür hüngür ağladı. O anda yüreğini paramparça eden ıstırabı sonraki yıllarda şu manidar ifadelerle terennüm edecekti: “Saray da ben de yıkıldık haberi aldığımız zaman. Fetihler devri bir an, bir sinema filmi gibi geçti gözlerimin önünden. Ağlamak için yanımda bulunan herkesi dışarı çıkardım. Doya doya ağladım!”

Leyla Açba, işgalin, padişahı ne denli tahammül edilemez bir kedere gark ettiğiyle ilgili görüp işittiklerini şöyle not etmişti: “Gözlerimizden yaşlar boşanıyor, takatsiz vücudumuzu ayakta kalmak için zorluyorduk. İşgal pek kanlı ve zalimane olup Müslüman ahali katledilmişti. Tabii bu haber saraya tebliğ edilince Zat-ı Şahane çok ağlamış ve derhal Nevvare Hanım’ın dairesine giderek ona: “Bugün gene çok kan kaybettik.” deyip kanepenin üzerine yığılıp kalmıştı.”

İşgalin ardından saraya gelen İzmir Müdafaa-i Hukuk Heyeti’ne hissiyatını şu sözlerle aktarmış ve onları teselli etmişti: “İzmir vatanımızın bölünmez bir parçasıdır. Yurtseverlik duygularıyla dolu ve gerçek yaşama azmi içinde olan bir milletin, yaşama ve var olma emellerini hiçbir kuvvet yok edemez!”

 

AYLAR SONRA YÜZÜ GÜLDÜ!

İçinde bulunduğu hassas ve ağır ahvale rağmen, alenen olmasa da gizli bir biçimde Millî Mücadele’yi mütemadiyen destekledi. Millî Mücadele ile ilgili haberleri büyük bir dikkat, heyecan ve ümitle takip etti. 6 Eylül 1919’da İngiliz Morning Post Gazetesi’ne verdiği müthiş demeç, en başından beri Millî Mücadele’yi desteklediğinin mühim vesikalarındandı: “Memleketimin halkı namusunu, hayatını ve evini kurtarmak için pençeleşmeye hazırdır!”

17 Aralık 1919’da Amerikan Associated Press muhabirine verdiği beyanatta da, bağımsızlığımızı kazanacağımıza dair sarsılmaz inancını daha o zamandan ortaya koymuştu: “Doğu barışı, ancak Türkiye bağımsız kalmak şartıyla muhafaza edilebilir. Yeni Türkiye’ye, onun yeniden doğuşuna samimiyetle inanabiliriz. Türkiye yeniden doğuda huzur, refah, barış ve saadetin temel noktası olacaktır.”

I. İnönü Zaferi’nin kazanılmasından duyduğu sevinç ve mutluluğu ise, Alemdar gazetesinin ünlü yazarı Refii Cevad (Ulunay) şöyle hikâye etmişti:

“İnönü muzafferiyeti o gece İstanbul’da duyulmuştu. O sırada sarayın Mabeyn Serkarinliği’nden telefonla arandık. Lütfü Simavi Bey çocuklar gibi şendi. Padişahın, haberleri bütün ayrıntısı ile öğrenmek istediğini ve kendisinin aylardır ilk defa yüzünün güldüğünü söyledi. Sonra öğrendik ki saray, bütün gazeteleri telefonla aramış ve zafer haberini öğrenmek istemişti. Sarayda ilk defa zafer için sofra açılmış ve halka eski devirlerde olduğu gibi tabla tabla yemek dağıtılmıştı. Zaferi izleyen Cuma selamlığında padişah ilk kez halka tebessümler ederek iltifatta bulunmuş ve Eyüp Camii’ne giderek dualar etmiştir.”

 

ZAFERİ DÖRT GÖZLE BEKLEDİ

Yaveri İsmail Hakkı Okday’ın naklettiği müşahedeler de tarihi kıymete sahiptir: “Padişahın, arkadaşım Çopur Neşet Bey’le çalıştığımız odaya ikide bir uğradığına; Anadolu’da geçen Millî Mücadele’nin askeri durumlarıyla yakından ilgilendiğine ve bir askeri başarımızın kendisini son derece sevindirdiğine tarih huzurunda şahadet edebilirim. Sultan Vahdeddin, öyle sanıldığı gibi Millî Mücadele’mizin düşman orduları tarafından yok edilmesini katiyen arzulamaz; bilakis zaferi dört gözle beklerdi.”   

İstiklale kavuşulacağına ilişkin umudunu artıran II. İnönü Zaferi de saray ve padişahı sevince boğmuştu. Anadolu ve İstanbul’daki camilerde günlerce mevlitler okutulmuştu. Mevlit okutanlardan biri de, tabii ki Padişah Vahdeddin idi. 10-24 Temmuz 1921’deki Eskişehir-Kütahya Muharebelerinde Düzenli Ordu’nun yenilmesi ve Sakarya Irmağı’nın doğusuna çekilmesi üzerine ise padişah, neşrettiği iradelerle matem ilan etmiş; Cuma Selamlığı’nda musiki çalınmamasını ve alkışçıların bağırmamasını bildirmişti. (Devam edecek)

 

Kaynakça:

Ali Fuat Türkgeldi, Görüp İşittiklerim, Ankara, 1984; Lütfi (Simavi) Bey, Osmanlı Sarayının Son Günleri, İstanbul, 1973; T. Mümtaz Göztepe, Vahidüddin Mütareke Gayyasında, İstanbul, 1991; Osman Öndeş, Vahdeddin’in Sırdaşı Avni Paşa Anlatıyor, İstanbul, 2012; Leyla Açba, Bir Çerkez Prensesinin Harem Hatıraları, İstanbul, 2010; İ. Hakkı Okday, Yanya’dan Ankara’ya, İstanbul, 1975; Murat Bardakçı, Şahbaba, İstanbul, 1998; Selahattin Tansel, Mondros’tan Mudanya’ya Kadar, c.1, İstanbul, 1991; Bilal Şimşir, İngiliz Belgelerinde Atatürk, c.4, Ankara, 1992; Kadir Mısıroğlu, Osmanoğullarının Dramı, İstanbul, 1990; N. Fazıl Kısakürek, Sultan Vahidüddin, İstanbul, 1976; İsmail Çolak, Son Osmanlı Vahdeddin, 5. Baskı, İstanbul, 2011.