TR EN

Dil Seçin

Ara

Kur’ân insan sözü değildir

Kur'an niçin insan sözü değildir? Kur'an niçin Allah kelâmıdır? Kur'an'a hiçbir söz yetişemez. Kur’ân ile Hadis’in vahiy yönünden aralarındaki fark nedir? Kur'an vahiydir.

 

Bu yazımızda da, inkârcılar tarafından her vesile ile itiraz edilmeye çalışılan, Kur’ân’ın bir insan sözü olup olmadığı meselesi üzerinde duracağız...

Kur’ân hakkında şu veya bu şekilde inkâra düşmek sadece ona ait olmamakta, beraberinde onu bize ders veren Peygamber’i (sav) ve O’nu da gönderen Allah’ı (cc) da inkârı netice vermektedir. Çünkü, «Kur’ân; bütün mûcizeleriyle, hak peygamber olduğuna dair delil olan bütün hakikatlarıyla, Muhammed aleyhisselam’ın bir mûcizesidir; aynen öyle de Muhammed aleyhisselam da bütün mûcizeleriyle ve peygamberlik delilleriyle ve ilminin mükemmelliği ile Kur’ân’ın bir mûcizesidir. Ve Kur’ân’ın Allah kelâmı olduğuna dair en kat’i bir delilidir.»(1) Buradan iman esaslarının bir bütünlük arzettiği ve birbirini ispat ettiği anlaşılmaktadır.

Bir örnek üzerinde düşünelim; yeni dünyaya gelen bir çocuğun kalbi veya kafası yoksa diğer uzuvlarının sağlam olması onun yaşamasına kâfi gelmemektedir. Yine ondan bahsederken onun bütün uzuvlarını kastedip, organları arasında herhangi bir ayırım yapmadığımız gibi; iman esaslarından birisinde meydana gelen bir şüphe veya inkâr durumunda, insanın diğerlerine inanması veya inandığını zannetmesi kendisini küfrün karanlıklarından kurtarmamaktadır.

O halde iman esaslarının bir zincirin halkaları gibi birbirine görünmeyen iplere bağlı olması, İslâm imanının ne kadar sağlam delillere dayandığını göstermektedir. Demek ki Kur’ân her konuya açıklık getirip, hükümlerini akla kabul ve tasdik ettirdiğinden, hiç bir kimsenin küçük bir meselesini dahi inkârda özrü kalmamaktadır.

Şu hususu da belirtmek icap eder ki, Kur’ân inanmış olmak için inanmayı istememiş, aklı diğer bozulmuş kitaplar gibi mahkûm etmemiş, aksine, «Neden bakmıyorsunuz? İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz.» diye âyetlerin başında ve sonunda insan aklını her mesele üzerinde düşünmeye davet etmiştir.

 

NİÇİN İNSAN SÖZÜ DEĞİLDİR?

Bu konuda bazı ilim adamlarımızın görüşlerini de aktarmadan geçmeyelim: 

«Şimdi biz Kur’ân’ı Hz. Muhammed’in (sav) yazmadığını biliyoruz. Çünkü o ilâhî bir kitaptır. Kur’ân’ın İlâhî olduğu anlaşıldıktan sonra, onun sahibinin Allah olduğu da meydana çıkmış olur: 

1- Hiç kimse Kur’ân’ı ben yazdım diye iddia etmemiştir. Hz. Muhammed’den (sav) evvel böyle bir kitap mevcut değildi. Demek ki, son peygamberle gönderilen bir kitaptır. 

2- Hz. Muhammed’in (sav) hayatı malûm bir şahsiyet olarak, hiç okumamış, mektep ve medrese görmemiştir. Hiç kimseden de hususi ders almamıştır. Kendi kendini yetiştirecek şekilde okur yazar da değildi. Böyle okumamış bir kimsenin, böyle bir kitap yazması aklen ve ilmen mümkün değildir. Hz. Muhammed (sav), kendinden evvel mevcut Tevrat ve İncil’leri okumuş, onlardan istifade ederek Kur’ân’ı yazmıştır, şeklindeki iddianın da hiç bir tutar yanı yoktur. Çünkü Hz. Muhammed (sav) zamanında Tevrat İbranice, İncil Yunanca idi. Peygamberimiz de bu lisanların hiçbirini bilmezdi. Ama mukaddes kitapların arasında benzerlik bulunuşu, onların bir kaynaktan yani Allah’tan geldiğine delildir. Kaldı ki, Peygamberimiz (sav) hiçbir zaman Kur’ân’ı ben yazdım diye bir iddiada da bulunmamıştır.»(2)

Yine Cenab-ı Hak böyle bir iddiaya kalkışanlara Kur’ân’ın lisaniyle «Em yekûlüne tekavvele hu bel lâ yü’minun», yâni; «yalancı, vicdansız münâfıklar gibi “Kur’ân senin sözlerindir.” diye seni suçluyorlar mı? Halbuki, tâ şimdiye kadar Muhammed-ül Emin diyerek içlerinde seni en doğru sözlü biliyorlardı. Demek onların imâna niyetleri yoktur. Yoksa Kur’ân’ın, insanın eserleri içinde bir benzerini bulsunlar.»(3) diye davalarını ispata davet etmiştir.

Merhum A. H. Akseki de şunları söylemektedir: «Kur’ân hadiseleri beyan ederken en büyük ve en akıllı insanların da yapamayacakları bir şekilde beyan etmiştir. Bunun içindir ki, Kur’ân her alanda büyük ve ebedî bir mucizedir; lâfızları bakımından da mucizedir. Çünkü onun Allah sözü olmayıp da Hz. Muhammed’in (sav) kendi sözleri olduğunu iddia edenlere karşı: “Eğer bu bir insan sözü ise, siz de böyle bir şey söyleyiniz. Bütün insanlar, cinler bir araya toplansalar, görülen ve görülemeyen bütün kuvvetler bir araya gelse ve birbirine yardım etseler yine bu Kur’ân’ın en kısa bir sûresine bir satırına benzer bir şey yapamazlar ve kıyamete kadar yapamayacaksınız!” diye meydan okuduğu ve bunu yapmak için de pek çok uğraşanlar olduğu halde, bugüne kadar yapılamamış ve yapılamayacaktır.»(4)

Hem üstelik de Kur’ân’ın bu kadar çok taklit etmeye âşık dostları ve hücum eden düşmanları olmasına rağmen şimdiye kadar onun ne taklidi yapılmış ve ne de bir misâli gösterilmiştir. Evet Kur’ân milyonlarca Arapça yazılmış kitaplarla mukayese edilse dahi, onun benzerinin bulunamayacağı görülecektir. O halde Kur’ân ya hepsinin altındadır, bu ise imkânsızdır; öyle ise hepsinin üstündedir, yani Allah’ın kelâmıdır.

 

NİÇİN ALLAH KELÂMIDIR?

Yaratıcımızı bize bildiren ve tanıttıran üç şeyden biri kâinat kitabı, biri Peygamberimiz (sav), diğeri de Kur’ân’dır. 

Evet ay ile güneşi lâmba yapıp, şu dünyayı antika sanatlarıyla süslendiren ve lezzetli nimetlerle dolduran, pek kıymetli malları zeminin yüzünde serip güzelce dizen, Allah’tan (cc) başka Kur’ân kime yakışır ve kimin kelâmı olabilir! Ondan başka ona kim sahip çıkabilir? Ondan başka kimin sözü olabilir!.. Dünyayı dolduran ışık güneşten başka hangi şeye yakışır. Ve o ışığın «güneşten geliyorum» demesi gibi Kur’ân dahi «Ben de kâinatı yaratan Zât’ın beyanıyım ve kelâmıyım» diye ilân etmektedir. 

Gerçekten de Kur’ân kendisini bize öyle tanıttıran bir Zâtın kelâmıdır ki, onun içindeki göz ile bütün kâinatı görüp, içine alıp adeta bir kitabın sahifeleri gibi, göz önünde tutup tabakalarını ve âlemlerini anlatmaktadır. Tıpkı bir saatin sanatkârı, saatini çevirip, açıp, gösterip, tarif etmesi gibi, Kur’ân dahi koca kâinatı elinde tutarak bir harita, bir saat, bir hane gibi her tarafını gösterip, çevirip, o işleri yapan sanatkârı tavrıyla ifade ve talim etmektedir. 

Bunun yanında bir sözün «Kimden gelmiş ve kime gelmiş ve ne için?» denilmesiyle o sözün kıymeti, güzelliği, belâgatı görünmesi noktasından Kur’ân’ın eşi ve benzeri olamaz ve ona yetişilemez. Çünkü Kur’ân, bütün âlemlerin Rabbinin ve her şeyin yaratıcısının hitabı ve konuşmasıdır.

Bunun yanında aynalarda görünen yıldız pırıltılarının hakiki yıldızlara nispeti ne ise; böceklerin mübarek melâike ve nurani ruhanilere nispeti ne ise, diğer insan sözlerinin de Kur’ân’ın kelimelerine nispeti o olmaktadır.

İşte Kur’ân asırlardır, insanlara, şeriat, dua, hikmet, zikir, fikir ve davet kitabı ve insanın manevî ihtiyaçlarını karşılayacak çok kitapları içinde bulundurup, üstelik de bütün yaratıkların ilâhı ünvanıyla Allah’ın fermanı olduğundan kelâmullah (yani Allah’ın kelâmı) ünvanı lâyık olduğu içindir ki, ona verilmiş ve daima da veriliyor.

 

KUR’ÂN’A HİÇBİR SÖZ YETİŞEMİYOR

Peygamberimizin sözlerinden bazıları ilham suretinde peygamberimizin içine doğmuştur. Fakat sözleri peygambere aittir. Bunlara “kudsî hadis” denir. 

Bir de hem söz hem de mânâ peygamberimize ait olanlar vardır ki, bunlara sadece “hadis” denir. Hadislerin iki cins oluşu ile Peygamberimizden yüz sene sonra yazılmaları sebebiyle, Kur’ân’ın kelimeleri ile hadislerin karışmamalarında büyük hikmetler vardır.

İnsanların söz ve ifadeleri içinde en mükemmeli şüphesiz ki Peygamberimizin sözleridir. Buna rağmen o bile Kur’ân’ın; şiiriyet, seci, belâgat ve edebî mânâlar taşıyan üslûbuna yaklaşamamaktadır. Demek ki, Allah kelâmı olan Kur’ân ile Peygamberimizin sözü olan hadis okunduğu zaman aralarındaki fark hemen meydana çıkmakta, hangisinin âyet ve hangisinin hadis olduğunu anlamakta herhangi bir güçlük kalmamaktadır. 

Bu iş aynen edebî eserler ve şiirler okunduğu zaman, üslûp, dil ve mânâlardan eserin sahibini tanımaya benzer. Çünkü Kur’ân’ın üslûbu ile hadisin üslûbu başkadır. Şair Nedim’in şirlerini Nâmık Kemâl’inkilerden, Mehmed Akif’i, Yahya Kemâl’den nasıl kolaylıkla ayırabiliyorsak, Kur’ân’ın âyetleri ile hadisin ifadelerini birbirinden öylece ayırabiliriz.

Kur’ân ile Hadis’in vahiy yönünden aralarındaki farka gelince: 

«Kur’ân ve hadisin her ikisi de vahiydir. Bu bakımdan ikisi de birdir. Fakat Kur’ân vahyin en yüksek mertebesidir. Açık ve okunan vahiydir. Lâfzı ve mânâsı birlikte vahyolunmuştur. Allah’tan gelen yalnız mânâ değil lâfzı da beraberdir. Hadis ve sünnet de bir vahiydir. Hz. Cebrail, Peygamberimize Kur’ân ile geldiği gibi hadis ve sünnet ile de gelirdi. Şu kadar ki bu metluv değildir; lâfzı olmayıp sadece mânâdan ibarettir. Allah’ın muradını bildirmektir. Bunu Hz. Cebrail istediği lâfız ile ifade edebileceği gibi, Hz. Peygamber Hz. Cebrail’den anladığını, istediği lâfızlarla ifade eder.»(5) 

İşte Kur’ân’ın hem lâfzı hem de mânâsı Allah’tan olduğu için birinci derecede; hadis ve sünnet ise ikinci derecede İslâmiyet’in kaynağı ve esası olmuştur. 

Burada şu hususa da temas etmek gerekir: Hadis ve sünnetin ikinci derecede oluşu sanki onun kıymet ve önemini düşürmüşçesine bazı sapık cereyanlar; hariciler, rafıziler, «Biz Kur’ân’dan başkasına bakmayız. O bize yeter.» demişlerdir. Böylesine sapık ve sakat bir düşünce peygamberin vazifesinin derece ve mahiyetini anlayamamaktan meydana gelmiştir. Halbuki, Kur’ân’ı tebliğ eden, açıklayan, ders veren, beyan eden de Peygamberimizin kendisidir. Ama onun sözlerinin Kur’ân gibi olmayışı ve ona yetişememesi bir kusur değil, bilâkis Allah’ın kelâmı olan Kur’ân’ın yüceliğine bir delildir.

Onun için Bediüzzaman Hazretleri «Hadis der âyete, dana yetişmek muhal (imkânsız)» başlığı altında ve nazım şeklinde şunları söyler:

«Hadis ile âyeti muvazene edersen bilbedahe görürsün beşerin en beliği Vahyin’de mübelliği, o dahi bâliğ olamaz. Belagat-ı âyete. O da ona benzemez. Demek ki Lisan-ı (Ahmedî)’den gelen her bir kelâm, her dem onun olamaz.»(6)

Yani: «Hadis ile âyeti karşılaştırırsan, açıkça görürsün ki, insanlığın en yüksek belagat sahibi, ilâhî vahyin tebliğcisi bile Kur’ân âyetlerinin belâgatına ulaşamamaktadır. Halbuki âyet de hadis de aynı lisandan insanlığa ders vermektedir. Demek ki, onun lisanından gelen herbir sözün kendisinin olmadığı o sözlerin âyetlerin belâgatına yetişememesiyle anlatılmaktadır.»

 

KUR’ÂN VAHİYDİR

Madem Kur’ân Allah kelâmıdır, o halde Allah tarafından gönderilişi nasıl olmuştur? İşte bu kısımda da onu ele alacağız. 

Vahyin, din ıstılahındaki tarifi: Allah’ın kullarından seçtiği kimseye alışılmamış ve gizli bir yolla ilim ve hidayeti bildirmesidir. 

Vahyin çok çeşitleri vardır: Kimisi kul ile Allah (cc) arasında karşılıklı konuşma şeklindedir. Allah’ın, Hz. Musa’ya hitap etmesi gibidir. Kimisi ilhamdır ki, Allah onu seçtiği kimsenin kalbine kesin bir bilgi olarak koymaktadır. Kimisi de görüldüğü gibi çıkan doğru sadık rüyalardır. Kimisi de Hazret-i Cebrail vasıtasıyla gerçekleşir; bu ise vahyin en çok meydana gelenidir. Bediüzzaman vahyi şöyle anlatmaktadır:

«Vahiy iki kısımdır. Biri: Vahy-i Sarihî”dir ki, Resûl-i Ekrem (sav) onda sırf bir tercümandır; mübelliğdir (tebliğcidir), hiç müdahalesi yoktur. Kur’ân ve bazı kudsî hadisler gibi... İkinci kısım: “Vahy-i Zımnî’ dir. Şu kısmın mücmel ve hülâsası (özü) vahye ve ilhama dayanır, fakat tafsilat ve tasviratı Resul-ü Ekrem’e (sav) aittir.»(7) 

Peygamberimiz de vahiy hakkında çok defalar sahabelerine şöyle demiştir: «Vahiy ayrı ayrı şekillerde olur: bazen Cebrail insan şeklini alır, benimle bir insan gibi konuşur, bazan kanatları olan ve diğer varlıklardan ayrı bir yaratık gibidir. Ve onun her dediğini ezberlerim. Başka defalar kulaklarımda çıngırak sesi gibi bir ses duyarım—bu en zor bir imtihandır—ve bu vecd hali geçince her şeyi tam mânâsıyla hatırlarım, sanki hafızamda nakşedilmiş gibidir.»(8)

Sahabelerin vahiy hakkında anlattıklarına gelince, «Hz. Peygamber (sav) vahiy gelirken en soğuk günde bile terlerdi.» 

Diğer bir sahabe sarahatle anlatıyor: «Bir gün Onun yanında bulunuyordum, odadaki kalabalık sebebiyle dizi dizimin üstündeydi. Birden Onu vahiy hali yakaladı ve baldır kemiğimi kıracak kadar bir ağırlık hissettim. Vallahi yanımdaki Allah’ın Resulü olmasaydı, acıdan çığlıkla haykırır, bacağımı çekerdim.»(9) 

Cenab-ı Hak da Kur’ân’ın vahiy olup, peygamber sözü olmadığını: «Kendi hevâsından söylemez O. Kur’ân, kendisine ilka edilegelen bir vahiyden başkası değildir» meâlindeki âyeti kerime ile ifade etmiştir.

 

İLMÎ YÖNDEN VAHİY

Allah’a imândan sonra peygamberliğe veya vahiy ve ilhama inanmak dinimizin temel inançlarındandır. Bugün, artık her şeyi maddede arayan, akılları gözlerine inenlerin vahyi inkârlarına karşılık, biz vahyin ilmî ve aklî yönden mümkün olabileceğini delilleriyle ispat edeceğiz.

İlk önce vahyi, duyuların sahasına girmeyen şeylerden farzedip inkâr edenlere şunu söylemek gerekir: Her gün etrafımızda cereyan eden birçok hadise olmaktadır ama biz onları, idrakten, işitmekten veya duyu organlarımızla hissetmekten âciziz. Fakat bunların yok olduğunu kimse iddia edemez. Yani duyamayışımız o seslerin yokluğuna delil olamaz. Çünkü modern ilmin ortaya koyduğu cihazlar vasıtasıyla onları idrak edebilmemiz kolaylaşmıştır.

Günümüzde cansız, şuursuz plaklara, çeşitli ses ve nağmeleri, aynı sesi harfi harfine tekrarlamak suretiyle doldurabilmektedir. İlim ve teknik bunu yapabiliyor da gücü her şeye yeten, en büyük âlim olan Allah, ister melek vasıtasıyla, isterse doğrudan doğruya bazı kullarının temiz ruhlarını yol gösterici, irşad edici, mukaddes sözlerle dolduramaz mı? Elbette yapar ve O Zât da dilediği vakit kalbine nakşedilen aynı mukaddes sözleri hiç eksiksiz nakledebilir. 

Yine ilim ve teknik sayesinde telefon, telsiz, radyo vs gibi uzak yerlerdeki, kimseler ile görüşmek konuşmak, yön vermek için haberleşme vasıtalarının meydana getirildiğini gören ve bilen her insan mutlak kudret sahibi olan Cenab-ı Hakk’ın, melekleri vasıtasıyla veyahut doğrudan doğruya dilediği bazı kullarına vahiy etmekten—hâşâ—âciz olmadığını aklen tasdik edecektir.

İşte bu aklî misaller ve deliler inkârcı görüşte olanların kafasına vahiy konusunda da ilmin bir defa indirdiği acı ve güçlü bir darbedir.

Bu yazımızda da Kur’ân’ın peygamber veya insan sözü olamayacağı, ona hiçbir sözün yetişemeyeceği ve vahiy olduğu, vahyin de meydana gelmesinin ilmen mümkün olduğunu izah ve ispata çalıştık...

Evet;

«Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular / Kur’ân’a beşerin her zaman ihtiyacı var.» 

 

KUR’AN’I ARAŞTIRAN YABANCILAR

Batılı birçok hakperest aydınlar Kurân’ın insan sözü olamayacağı hususunda bir çok isabetli tespitlerde bulunmuşlardır. İşte onlardan biri: Prens Bismarck; «Çeşitli devirlerde, insanlığı idare etmek için Cenab-ı Hak tarafından gönderildiği bilinen bütün ilâhi kitapları tetkik ettim ise de, hiç birisinde aradığım hikmeti ve doğruluğu göremedim. Bu kitaplar, değil bir cemiyetin, bir hane halkının saadetini bile temin edecek mahiyetten pek uzaktır. Lâkin Müslümanların Kitabı hariç. Çünkü ben Kur’ân’ı her yönüyle tetkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm.» diyerek sözlerini; «Senin asrında yaşamadığımdan dolayı müteessirim Ey Muhammed!.. Muallimi ve neşredicisi olduğun bu kitap senin değildir. O, İlâhîdir. Onun İlâhi olduğunu inkâr etmek, var olan ilimlerin bâtıllığını ileri sürmek kadar gülünçtür.»(10) şeklinde bağlamaktadır. 

Yine diğer bir batılı, Corsel bu husustaki fikirlerini şöyle dile getirmektedir : «İnsan kalemi, bu mucize eseri meydana getiremez. Kur’ân daimi bir mûcizedir. Bir mûcize ki, ölüleri diriltmekten çok daha yüksektir. Bu mukaddes kitabın tâ kendisi, menşeinin ilâhî olduğunu ispata kâfidir.»(11) 

 

Faydalanılan Kaynaklar :

1) Mektubat, B. S. Nursî.

2) A. Vardır, s. 119, Dr. H. S. Bilsel.

3) Sözler, s. 389, B. S. Nursî.

4) İ. Dini, s. 82, A. H. Akseki.

5) R. Salibin Ve Tercümesi, s. 9, K. Burslan, H. H. Erdem.

6) Sözler, s. 683, B. S. Nursî.

7) Mektubat, s. 86, B. S. Nursî.

8-9) K. Kerim Tarihi, s. 11-12, Prof. Dr. M. Hamidullah.

10-11) A. G. İslâm, S. 144 - 145 - 146, M. Ateşmen.