Bu yazımızda bir genç okuyucumuzun sorularına cevap vermeye çalışacağız. Fikir aynasına yansıyan bu gibi algılar—vehim ve vesvese türünden de olsa—gittikçe müzmin kalbî bir hastalık şeklini alabilir. Bu sebeple bu konuda bilebildiğimiz kadarıyla sadra şifa olacak bazı gerçekleri seslendirmek büyük önem arz etmektedir.
Diyorlar ki; İslam’a göre, Allah’ın kâinatı yaratmasındaki maksadı, özellikle—cin ve insan gibi—canlı ve şuurlu varlıklara kendini tanıtmak ve kendine ibadet ettirmektir. Nitekim “Ben cinleri ve insanları, sırf bana kulluk etsinler diye yarattım” (Zariyat, 51/56) mealindeki ayette bu hakikate işaret edilmiştir. Bununla beraber deniyor ki, “Allah kendisine ibadet edilmeye muhtaç olduğu için mi, onu tanımayan, kendisine ibadet etmeyenleri cezalandırıyor?” Oysa bir başka şeye muhtaç olan ilah ve yaratıcı olamaz! İşte bu yazımızda böyle problemli düşünen kalplere bir reçete olması dileğiyle yazmak istiyoruz:
Daha çok ibadet görevlerini yerine getirmekten, özellikle günlük beş vakit namazı kılmaktan üşenip tembellik gösteren kimselerden işitiyoruz; diyorlar ki: Cenab-ı Hakk’ın, bizim ibadetimize ne ihtiyacı var ki, Kur’an’da çok şiddet ve ısrar ile ibadeti terk edenleri azarlayıp Cehennem gibi dehşetli bir ceza ile tehdit ediyor. Ehemmiyetsiz cüz’î bir hataya karşı, çok büyük bir şiddet gösteriyor. Halbuki görünürde bu tavır, itidalli ve istikametli ve adaletli olan Kur’an’ın ifadelerine yakışmıyor.
Bu vesveseye karşı deriz ki; her şeyden önce çok iyi bilinmelidir ki, Allah hiçbir şeye muhtaç değildir: “Ey insanlar! Allah’a muhtaç olan sizlersiniz. Allah ise hiçbir şeye muhtaç değildir ve mutlak kemaliyle hep övgüye lâyık olan O’dur” (Fâtır, 35/15) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.
Evet Cenab-ı Hak, bizim ibadetimize, hatta hiçbir şeye muhtaç değil. Fakat biz ibadete muhtacız, manen hastayız. İbadetin ise, manevî yaralarımıza tiryaklar/ilaçlar hükmünde olduğunu ayet, hadis ve İslam âlimlerinin eserlerinde görmek mümkündür. Bir hastanın, o hastalık hakkında, şefkatli bir hekimin ona faydalı, şifalı ilâçları içirmek hususunda ettiği ısrara mukabil, hekime: “Senin ne ihtiyacın var ki, bana böyle ısrar ediyorsun?” demesinin ne kadar manasız olduğunu anlamayan yoktur.
Burada, Kur’an’ın, ibadeti terk edenler hakkında şiddetli azarları, uyarıları, tehditleri ve dehşetli cezalarını da şöyle anlamalıyız:
“Nasıl ki bir padişah, kendi himayesinde olan vatandaşlarının hukukunu muhafaza etmek için; herhangi bir adamın, onların hukukuna zarar veren bir hatasından ötürü onu şiddetli cezaya çarpar. Öyle de; ibadeti ve namazı terk eden bir insan, Sultan-ı Ezel ve Ebed’in raiyeti hükmünde olan mevcudatın hukukuna ehemmiyetli bir tecavüz ve manevî bir zulüm eder. Çünkü mevcudatın kemalleri, Sâni’a müteveccih yüzlerinde tesbih ve ibadet ile tezahür eder. Kur’an’ın birçok ayetinde bütün varlıkların Allah’a tesbih ve ibadet ettiği vurgulanmaktadır. İbadeti terk eden kimseler, mevcudatın/varlıkların söz konusu ibadetlerini görmez ve göremez, belki de inkâr eder. O vakit ibadet ve tesbih noktasında yüksek makamda bulunan ve her biri birer mektub-u Samedanî (her şey kendisine muhtaç ve kendisi hiçbir şeye muhtaç olmayan Allah’ın birer mektubu hükmünde) ve birer âyine-i esma-i Rabbaniye (Allah’ın isim ve sıfatlarının tecellisini yansıtan birer ayna hükmünde) olan mevcudatı; âlî, yüksek makamlarından tenzil ettiğinden ve ehemmiyetsiz, vazifesiz, camid, perişan bir vaziyette telakki ettiğinden, mevcudatı tahkir eder; kemalâtını inkâr ve tecavüz eder.” (B. Said Nursi, Lemalar, 189-190)
Risale-i Nur’un özgün ifadesiyle söylemek gerekirse;
“Evet herkes, kâinatı kendi âyinesiyle görür. Cenab-ı Hak insanı kâinat için bir mikyas, bir mizan suretinde yaratmıştır. Her insan için, bu âlemden hususî bir âlem vermiş. O âlemin rengini, o insanın itikad-ı kalbîsine göre gösteriyor. Meselâ; gayet me’yus (ümitsiz) ve matemli olarak ağlayan bir insan, mevcudatı ağlar ve me’yus suretinde görür; gayet sürurlu ve neşeli, müjdeli ve kemal-i neşesinden gülen bir adam, kâinatı neşeli, güler gördüğü gibi; mütefekkirane ve ciddî bir surette ibadet ve tesbih eden adam, mevcudatın hakikaten mevcud ve muhakkak olan ibadet ve tesbihatlarını bir derece keşfeder ve görür. Gafletle veya inkârla ibadeti terkeden adam; mevcudatı, hakikat-ı kemalâtına tamamıyla zıt ve muhalif ve hata bir surette tevehhüm eder ve manen onların hukukuna tecavüz eder.
Hem o târik-üs salât/namaz kılmayan kimse, kendi kendine mâlik olmadığı için, kendi mâlikinin bir abdi olan kendi nefsine zulmeder. Onun mâliki, o abdinin hakkını, onun nefs-i emmaresinden almak için, dehşetli tehdit eder. Hem netice-i hilkatı ve gaye-i fıtratı olan ibadeti terkettiğinden, hikmet-i İlahiye ve meşiet-i Rabbaniyeye karşı bir tecavüz hükmüne geçer. Onun için cezaya çarpılır.
Elhasıl: İbadeti terkeden, hem kendi nefsine zulmeder;—nefsi ise, Cenab-ı Hakk’ın abdi ve memluküdür—hem kâinatın hukuk-u kemalâtına karşı bir tecavüz, bir zulümdür. Evet nasılki küfür, mevcudata karşı bir tahkirdir; terk-i ibadet dahi, kâinatın kemalâtını bir inkârdır. Hem hikmet-i İlahiyeye karşı bir tecavüz olduğundan, dehşetli tehdide, şiddetli cezaya müstehak olur.
İşte bu istihkakı ve mezkûr hakikatı ifade etmek için, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan mucizane bir surette o şiddetli tarz-ı ifadeyi ihtiyar ederek, tam tamına hakikat-ı belâgat olan mutabık-ı mukteza-yı hale mutabakat ediyor.” (Lem’alar, 190 -191)
***
İbadet Ne İçindir?
Bilinmesi gereken önemli bir husus da şudur ki; ihtiyaç demek, onsuz olmanın zor olduğu olgu demektir. Oysa Allah ezelidir. Evreni yaratmadan önce de vardı ve ona tapanlar da yoktu. Özellikle ibadetle mükellef olan cinler ve insanların varlık tarihi çok da eski değildir. Demek ki, Allah’ın tapınılmaya ihtiyacı yoktur. Fakat insanların ona tapmaya ihtiyacı vardır. Çünkü insanların manevi yapısı bununla beslenir, inkişaf eder, mana kazanır, derinleşir.
Bununla beraber, ibadet/Allah’a kulluk meselesi bir imtihan konusudur. İmtihan ise tembellerle çalışkanları, akıllılarla anlamayanları, kıvrak zekalılarla saplantıda olanları, elmas ruhlarla kömür ruhları birbirinden ayırmak için yapılır. Dünya imtihanları da böyledir. Başaran yükselir olur, başaramayan kalır.