TR EN

Dil Seçin

Ara

Tegmark’ın ‘Denenmemiş Deneyi’ Ve Ahiret

Ölüm insanın en büyük meselesi. Her zaman ölümden kurtulmanın yollarını araştırmış insanoğlu. Fakat yanlış giden birşeyler var. İnsanın sorması gereken sorulardan öncelikli olanlar mesela: ‘’Bu evreni kim, niçin yarattı? Beni kim yarattı ve dünyada yaşatıyor; bana bu donanımı niçin verdi?..’’ gibi sorular. Aslında insan bu öncelikli soruların cevaplarını netleştirince, bütün soruların cevapları da bulunmuş oluyor. Çünkü insanı ve evreni yaratan, insana bu soruların peşine düşecek donanımı veren Allah, bütün bu soruların cevaplarını da vermiş.

 

Birkaç ay önce NTV Bilim dergisinde ilginç bir yazı yer aldı. “Ölümsüzlük” başlıklı yazının spotunda şu yazıyordu:

“Sonsuza dek yaşamak, ama muhtemelen başka bir evrende…”

Yazıda “Ebedî yaşamanın anahtarı, temel fizik kanunlarının derinliklerinde gömülü olabilir; örneğin kuantum kuramında” deniliyordu.

Kuantum kuramıyla ilgili olarak da, atomaltı parçacıkların kuantum dünyasında hiçbir şeyin kesin olmadığı, her şeyin kuantum kuramının öngördüğü ihtimallere göre ‘rastgele gerçekleştiği’; bu kuantum ihtimallerinin neler olabileceğiyle ilgili olarak ortaya atılan en popüler düşüncelerden birinin ise “çoklu evren kuramı” olduğu ifade ediliyordu.

“Çoklu evren kuramı”ndan hareketle de şu cümlelere yer verilmişti:

“Çok sayıda paralel evren var. Kuantum fiziği bir atomun yüzde 50 olasılıkla bozunacağını öngördüğünde, bu atomun evrenlerin yarısında bozunurken, diğer yarısında olduğu gibi kalacağını varsayıyor.”

İşte, Massachusetts Teknoloji Enstitüsü’nden fizikçi Max Tegmark, bu kurama dayanan bir deney tasarlamış. Tegmark, saniyede bir tetik çeken otomatik mekanizmalı bir tüfek hayal ediyor. Mekanizma yüzde 50 ihtimalle bir mermi ateşleyecek, ya da aynı ihtimalle tetiği boşa çekecek. Önce tüfeği izlemeye başlıyorsunuz. Bazen mermi ateşleniyor, bazen tetik boşa çekiliyor. “Klik-klik-dan-klik-dan-dan” diyor Tegmark. Bir süre izledikten sonra başınızı namlunun ucuna koyuyorsunuz ve tüfek sürekli boş ateş etmeye başlıyor: Klik-klik-klik-klik...

“Şaşırtıcı şekilde, kendinizi asla öldüğünüz evrende bulmuyorsunuz” deniliyor yazıda. Bunun sebebi olarak da, paralel evrenlerin her birinin birbirine eşit gerçeklikte olduğu, yani her evrende bir kopyanızın olduğu, tetik çekildikten sonra yarısındaki kopyalarınızın hayatta kaldığı, diğer kopyalarınızın ise öldüğü, ölen kopyalarınızı tecrübe etme imkânınız olmadığı için de, kendinizi hayatta kaldığınız evrenlerden birinde bulmak durumunda olduğunuz ifade ediliyordu.

Gerçekten de, ilginç bir ‘deney’ değil mi? Tabii işin ucunda ‘ölüm’ olduğu için ‘denenmemiş bir deney.’

Hemen belirtelim, Tegmark da bu deneyi gerçekleştirmeyi elbette düşünmemiş, ama şunu da söylemeden edememiş: “102 yaşına gelir de, ölümcül bir hastalığım olduğunu öğrenirsem, o zaman denemek ilginç olabilir.” (NTV Bilim, Nisan-2010)

Tegmark’a buradan ne söylemeli sizce?

Elbette denemesini değil, çünkü bu bir intihar olurdu. Ama herkes gibi er-geç onun da başına gelecek ölüm hadisesiyle, Tegmark, bir anlamda deneyini gerçekleştirmiş olacak.

Ve işte o zaman kendini ‘başka bir evrende’ bulacak.

Ve belki de heyecanla “Ey dünyalılar!” diye seslenecek bize, ama tabii bizim onu bu dünya kulağıyla duyamayacağımızı da anlamış olacak. Yine de kendini şöyle demekten alamayacak belki: “Hani size bir deneyden söz etmiştim ya. İşte bu şimdi ‘başka bir evrende yaşamak yönü’yle gerçek oldu. Şimdi bunu size anlatmayı o kadar çok isterdim ki...”

Bilmiyorum, Tegmark inanç düzeyinde buna ne kadar inanıyor, ama Bediüzzaman Said Nursî’nin eserlerini, meselâ bir Haşir Risalesi’ni okusa idi, bu meselenin sadece bir inançtan ibaret kalmadığını, aklın da bir gereği olduğunu görürdü. Çünkü Said Nursî, ölümün bir yokluk olmadığını, aksine başka bir evrende (âlemde) hayatı sürdürmek manasına geldiğini risalelerinde aklı da tatmin edecek şekilde izah etmiş. Öyle ki, Tegmark’ın denenmemiş bir deney olarak anlattığı bu hususu, Bediüzzaman ‘diğer bir evrende yaşamak’ kısmıyla ilgili olarak, sanki ‘denemiş’ gibi anlatmış! Bu da, onun imanının “hakka’l-yakin” mertebesinde olduğuna işaret ediyor şüphesiz.

Tabii bunu anlamak için risaleleri okumak gerekiyor. Risalelerle birlikte insanı ve kâinatı okumak gerekiyor. İnsan ve kâinat üzerinde tecelli eden Yaratıcının güzel isimlerini idrak etmek gerekiyor.

Meselâ Said Nursî, Haşir Risalesi’nde, ölümün bir son olamayacağını, sadece bir ‘yer değişikliği’ olabileceğini, Allah’ın pek çok isminin bu dünyadaki tecellileriyle idrak ettiriyor.

Tabii öncelikle her şeyin tek bir Yaratıcısı olduğunu, yani Allah’ın varlığını aklen kabul etmekle varılabilecek bir sonuç bu. Nitekim Said Nursî de, Haşir Risalesi’nin başında bu kâinatın ve dolayısıyla her şeyin tek bir Yaratıcısının, Sahibinin, İdare edicisinin var olduğunu “iki kere iki dört eder” derecesinde ispatlıyor. Sonrası zaten çorap söküğü gibi geliyor. Her şey birbiriyle irtibatlı, mantıklı ve makul çünkü.

Bu kâinatın bir yaratıcısının, sahibinin ve idare edicisinin varlığını akıl yoluyla idrak eden ve buna tam olarak inanan bir insan için artık ölümün mahiyetini anlamak zor olmuyor. Hatta böyle bir insan için artık ölüm, ‘daha güzel bir âleme geçiş’ ve ‘önceden o âleme gitmiş sevdiklerine bir kavuşma’ anlamına geldiğinden, güzel bir hâdise, hatta-yerine göre-hasretle beklenen bir durum oluyor.

Tabii bütün bu manaları idrak ve hissetmek-müellifin kendi ifadesiyle-Risale-i Nurları “anlayarak ve kabul ederek okuma”ya bağlı.

O halde vakit kaybetmeden okumalı ve özümsemeli, sizce de öyle değil mi?

Zira her an ‘diğer evrene’ geçebiliriz...