“Dikkat edilse, şu kâinatın umumunda bir nizam-ı ekmel, bir intizam-ı kasdî vardır. …İşte, eğer saadet-i ebediye olmazsa, şu esaslı nizam, bir suret-i zaife-i vâhiyeden ibaret kalır. Yalancı, esassız bir nizam olur.”
(Bediüzzaman, Sözler)
Bu kâinattaki her varlık, her hadise, her fiil ve her hareket hikmetlidir. Zaten kâinattaki nizam ve intizam, her şeyin sonsuz bir ilim ve hikmetle yapılmış olmasından doğmuştur. Bu ise kendi kendine yahut tesadüfen değil, Allah’ın iradesiyle gerçekleşmiştir. Her şeyin ve her işin kast ve irade ile ortaya çıkmasının en büyük delili de bu mükemmel nizamdan hasıl olan faydalı neticelerdir. Güneşin büyüklüğü, özellikleri, dünyaya olan uzaklığı, yerküresinin yapısı, kendi etrafında ve güneş etrafındaki dönüş hızları, eğimi ve daha sayılamayacak kadar çok faktörün bir arada bulunmasıyla yerküremiz insanların ve hayvanların yaşamalarına uygun bir hale gelmiştir. Bunların her biri İlâhî hikmet ve iradeyi gösteren birer işaret, reşha yahut lem’a gibidir.
Bu teşbihlerden birincisinde İlâhî irade deryaya benzetilmiş, irade gerektiren bütün işler de o deryadan birer reşha gibi olmuştur. Reşha, damladan daha küçük bir su parçacığı, su zerresi demektir.
İkinci benzetmede ise, İlâhî irade güneşe teşbih edilmiştir. İlim ve hikmetle yaratılan her bir varlık ise, bu iradeyi gösteren bir lem’a yani bir ışık huzmesi gibidir.
Kendi varlığımızda bunun sayılamayacak kadar çok örneklerini görmekteyiz. Bütün organlarımızın yerleri, şekilleri, büyüklükleri, sayıları, vazifeleri bunun açık şahitleri olduğu gibi, hücrelerimizden atomlara, ruhumuzdan duygularımıza ve hissiyatımıza kadar her neye baksak ilâhî bir ilim ve irade ile yapıldıklarını ve bunların tümünün mükemmel bir nizam teşkil etmesiyle insan hayatının devam ettiğini görür ve biliriz.
…
Bu risalenin bir bölümünde şu harika tespite yer verilir: “Başka bir âlemin mahsulatının tezgâhı hükmünde çarkları dönüyor.”
Bir fabrika düşünelim. Bu fabrikanın motorlarından en küçük cıvatalarına kadar her şeyi, mükemmel bir nizam ile çalışsınlar ve istenen mamul maddeyi meydana getirsinler; daha sonra, bu mamuller ikinci bir muameleden geçirilerek yeniden ilk halleri olan ham maddelerine dönüştürülsünler… Böyle bir fabrika boşuna çalışmış olacağından ondaki mükemmel nizamın da bir anlamı kalmaz. Üstadımızın ifadesiyle, “Yalancı, esassız bir nizam olur.”
Bu kâinat fabrikasının çarkları âhiret namına dönmektedir. Kıyamet hadisesiyle bu fabrikanın görevine son verilecek ve bütün neticeler âhiret âleminde toplanacaktır.
Eğer âhiret olmasa şöyle tuhaf bir manzarayla karşılaşırız: Bu mükemmel fabrikada elementler terakki ettirilerek hücreler ve organlar haline getirilmekte, daha sonra ölüm kanunuyla bütün hücreler yeniden elementlere dönüşmektedirler. “Eğer saadet-i ebediye olmazsa” o zaman, insanı netice veren bu mükemmel nizam da “yalancı ve esassız” olmuş olur.
Bir sonraki cümlede aynı mesaja yeni bir kuvvet veriliyor:
“Nizam ve intizamın ruhu olan mâneviyat ve revâbıt ve niseb, hebâ olup gider.”
Bu cümle hem kâinat, hem de insan için ayrı ayrı yorumlanabilir. Kâinattaki nizam ve intizamın ruhu, “eşyanın birbiriyle rabıtaları (bağları, ilişkileri), gezegenlerin güneşe, elektronların çekirdeklere bağlanmaları ve aralarındaki münasebetin hikmetle konulmasıdır.”
İnsan için düşündüğümüzde, “maneviyat” denilince ilk akla gelen onun iman, ibadet ve ahlâk dünyasıdır. Son nefese kadar insanın kalbindeki iman inkişaf eder, akıl ve fikri de yeni şeyler öğrenmekle gelişir. Sonunda insan ölümü tatmakla bütün bu kazandıklarını geride bırakır. Eğer ebedî bir saadet olmazsa bunların hiçbir manası kalmaz. İmanlıyla imansız, âlim ile cahil, iffetliyle ahlaksız, âdil ile zâlim arasında bir fark olmaz.
Öte yanda insanın toplum hayatını da nizama koyan “manevî değerler, rabıtalar, nispetler” vardır. Büyüklere hürmet manevî bir değer ve bir rabıtadır. Bir insan babasına nispeten çocuk, evladına nispeten baba, devletine nispeten vatandaş, amirine nispeten memurdur. Keza, servet ve makam yönünden de insanlar arasında çok nispetler vardır. Bunların her biri dünya imtihanının ayrı birer sorusu gibidirler. Her birinde insanların ayrı mükellefiyetleri vardır. Ebedî bir hayat olmadığı ve bu mükellefiyetleri yerine getiren veya getirmeyenler ölümle eşitlendiği takdirde, bu maneviyatların, rabıtaların, nispetlerin hepsi manasız ve abes olurlar. Ne hürmetin, ne muhabbetin, ne dürüstlüğün, ne cömertliğin, ne şükrün, ne merhametin bir manası kalmayınca kâinattaki nizam, bu yönüyle de, “esassız ve yalancı bir nizam” olmuş olur.
…
Kâinattaki nizam insanı netice vermekte ve insanın “cennete layık bir kıymet” almasıyla da kâinat bir mana kazanmaktadır. Aksi halde, kâinattaki nizam, esassız ve manasız olur.
Kâinat ağacının meyvesi olan insan bu dünya için yaratılmış olamaz. Çünkü, meyve, ağaç ötesi içindir. Âhiret olmasa, bu insan meyvesi, kendi ağacı içinde defnedilmiş gibi olur.
İnsanın kalbini, aklını ve vicdanını dünya hayatı doyurmaz. Onun hakikî lezzetleri “ancak marifetullah, muhabbetullah, ilim gibi umur-u ebediyededir.” İnsan bu ulvî değerlerde terakki etmekle Bediüzzaman’ın ifadesiyle “Cennete layık bir kıymet” almış olur.