“Sağmal hayvanlarda da sizin için bir ibret vardır. Onların
karınlarında kan ve dışkı arasından çıkan ve içenlerin
boğazından kolaylıkla geçen halis bir sütle sizi besleriz.”
(Nahl Suresi, 16:66)
Süt mucizesi, kainat kitabının en hayret verici ayetlerinden biridir. Fakat bu mucize o kadar doğal bir şekilde cereyan eder ve bu besin öylesine zahmetsizce ele geçer ki, biz pek seyrek olarak durup da onun üzerinde düşünmek ihtiyacını duyarız.
Oysa en büyük mucizeler, en ziyade doğal görünen hadiseler arasında yatar. Kur’an, birçok ayetinde olduğu gibi, yine bu ayetinde de bizim ibret nazarlarımızı, çevremizdeki bu doğallıklara çeviriyor.
Süt, çayırlarda yatan tonlarca besini bizim hoşlanacağımız ve yararlanabileceğimiz bir şekle çevirmek için, Yüce Yaratanın icad ettiği, taklidi mümkün olmayan bir mucizedir.
O, bize ikram edeceği bu harika besini ottan ve sudan yaratır. Fakat bu ot ve su ile, önce, bu işte istihdam ettiği hayvanları rızıklandırır. Böylece, kereminin eserini, bu mucizenin bütün aşamalarında ayrı ayrı gösterir.
Gün boyu çayırlarda dolaşıp da Rabbinin rahmet hazinelerinden nasibini toplamış bir sağmal hayvanın bedeninde bundan sonra olup bitenlerin her aşaması da birer mucizedir. Otlama, çiğneme, yeme, geviş getirme gibi görünen işlemlerden başka, midede-yahut midenin bölümlerinde-cereyan eden işlemlerde ayıklamalar yapılır, asitler salgılanır, besinler en küçük parçalarına ayrılır.
Damarlarda yolculuğa çıkabilecek en küçük enerji paketleri halinde düzenlenen bu besinler, daha sonra, bağırsaklardan kana karışır; kalan artık maddeler ise dışkı olarak bedenden atılmak üzere, bağırsaklardaki yolculuğuna devam eder.
Kan ise, bu besin paketlerini vücudun her tarafına taşır. Hayvanın memelerindeki süt bezleri, kanın taşıdığı bu paketlerden gerekli olan maddeleri, gerekli miktarlarda alır, işler ve süte çevirir.
Böylece, hammaddesi ot, yan ürünleri ise kan ve dışkı gibi iki necasetten ibaret olan bir besin ortaya çıkar.
Bu besin, kalsiyum, D vitamini, protein, fosfor ve B vitaminleriyle öylesine zengin bir içeriğe sahiptir ki, “Acaba bu içecek mi, yoksa yiyecek midir?” sorusu bile pek çoklarının aklına gelir. Belki de onu, “bir sofra dolusu nimeti birkaç yudumla insana sunan ve onu çiğneme zahmetine sokmaksızın kolayca boğazdan akıp geçen, özlü, halis, konsantre bir içecek” olarak tanımlamak en doğrusudur. Zaten ayet de “içenlerin boğazından kolayca gecen halis bir süt” tanımıyla onun bu özelliklerine dikkatlerimizi çekmektedir.
Rabbinin emriyle bize sütünü sunan bir inek, hemen hemen bütün gününü bu iş için çalışarak harcar. Fakat kerem sahibi Rabbi, bu işi onun için de yiyip içmekten ibaret bir ikrama dönüştürmüştür. Onun yemek ve geviş getirmek için bir gün boyunca kırk bin defa işleyen çeneleri, sürekli işleyen bir değirmen taşı gibidir. Günlük süt üretimi ise 15-20, hatta 30 litreye kadar çıkabilir. Herbir litre süt ise 500 litre kanın memelerden geçmesi demektir ki, bu hesapla, ineğin bir günlük ürünü için ortalama 7,5 ton kanın memelere girip çıkmış olması gerekir.
Ayetin önümüze serdiği bu ibret tablosunda dikkat çeken birşey daha var:
Kur’an’ın indiği dönemde, sütü kan ve dışkı ortasından çıkan bir içecek şeklinde tanımlamak hiç kimsenin aklına gelemezdi. Zira, dolaşım sistemini, böyle bir bilgiye erişmemizi mümkün kılacak şekilde tanımak için, insanlığın on asır daha beklemesi gerekecekti. Açıkça görülüyor ki, Kur’an, bu ayetinde de bütün çağlara birden hitap ediyor.
Ve bütün çağlara birden aynı açıklıkla gösteriyor ki, tıpkı Kur’an’ın ayetleri gibi, kainat kitabının şu “süt” denen ayeti de, taklit edilmesi mümkün olmayan bir mucizedir. Ve bu mucizenin başı ile sonu arasında, hiçbir sebebin dolduramayacağı kadar büyük bir mesafe vardır. Otla başlayan, kan ile dışkı arasından geçen ve besinlerin en halis ve en tatlısıyla sonuçlanan böyle ibretli bir hadisenin üzerinde, ancak Yer ve Gökler Rabbinin kudsî isimleri okunur, Onun nimeti görülür, Onun ikramı seyredilir.