Çoğumuzun dikkatini çekmiştir, gelecekte olması beklenen aslında kesinliği olmayan herhangi bir konuda çok kesin olacakmış gibi konuştuğumuz zaman o şeyin olmadığına veya bir şeylerin ters gittiğine şahit olmuşuzdur. Hatta bu konu dünyada başka ülkelerde de çok eski çağlardan beri fark edilen ve halk arasında bilinen bir meseledir. Örneğin Batı ülkelerinde insanlar bir şeyin olmasını istiyorlarsa sanki o olay kesin olacakmış gibi konuşmaktan çekinirler. Bizim İslâm inancımızda ise kadere iman hâkim olduğu için genellikle bu konuda dikkatli davranmaya gayret eder ve ‘İnşaallah’, yani ‘Allah takdir ederse’ gibi ifadeleri kullanmaya çalışırız. Bu aslında daha bilinçli olarak yapılırsa imanımızın temel unsurlarından olan kader inancımızın teyidi, hem kendimize hem de çevremizdekilere bunun hatırlatılması anlamına da gelir.
Kader, her türlü hayrın ve şerrin Allah’tan geldiğine yani O’nun tarafından yaratıldığına inanmaktır. Cenab-ı Hak ezeli ilmi ile bize verdiği cüz’i iradeyi de dikkate alarak kaderi tayin etmiştir. Çevremizde olup biten olaylar aslında hep kadere uygun olarak gerçekleşmektedir ki, zaten başka türlüsü düşünülemez. Ancak bizler bu konuyu bilmemize rağmen bazen konuşmalarımıza yeterince dikkat etmeyiz. Halbuki cümlenin başına konulacak bir ‘İnşaallah’ kelimesi çok önemlidir. İnsanın en önemli imtihanlarından birisi Peygamber Efendimizin de (asm) ifade ettiği gibi, dilden olacaktır. İnsan kelime-i şehadet ile İslâm’a girer, bir küfür sözüyle de imandan çıkabilir. Dolayısıyla kadere inandığımız halde kısa bir dalgınlıkla bu inanca muhalif bazı kesin ifadeler kullanmak sakıncalıdır.
Aslında, değil bizi bekleyen olayları değiştirebilmek, bizzat kendi bedenimiz bile, neyi ne kadar kontrol edebildiğimizin/edemediğimizin en güzel örnekleri ile doludur. Zannederiz ki elimizi başımıza doğru uzattığımız zaman hep elimiz başımıza gidecek, çünkü o âna kadar hep öyle olmuştur. Ama ertesi gün önemli bir imtihanımız veya bir iş mülakatımız varsa o zaman neredeyse her cümleye ‘İnşaallah’ diye başlarız. Aslında her iki durumda da o fiilleri yaratan Rabbimizdir. Elimizi başımıza götürme niyeti cüz’i irade örneğidir. Ancak bu cüz’i iradeyi takip eden ve beynimizdeki nöronlardan itibaren olan her şey Cenab-ı Hakk’ın yaratması ile olmaktadır. Felçli insanlar da kolunu oynatmak isterler ama o iradenin fiiliyata geçmesi İlahi takdir tarafından uygun görülmedi ise bunu yapamazlar. Ama tabii her gün, yıllar boyu ne zaman kolumuzu hareket ettirmek istediysek bu hep gerçekleştiği için ‘İnşaallah biraz sonra elimi başıma götüreceğim.’ demek veya bu fiili yaparken bunun arka planındaki kaderî boyutu düşünmek genellikle aklımıza gelmez. Eğer bunu aklımıza getirenlerden isek zaten Allahu âlem ihsan makamında olan yani hep Allah’ı (cc) görüyormuş gibi O’na ibadet eden ve hayatının her ânını bunun bilincinde olarak yaşayanlardan oluruz. Etrafımızdaki olup biten olayların arkasındaki kader ve yaratılış gerçeğini sık sık hatırlamaya kendimizi zorlamak aslında kıymetli bir ibadet olan tefekkür olması açısından da çok önemlidir.
Gerçek şu ki, gezegenlerin hareketleri ne kadar bizim kontrolümüzde ise bizzat kendi uzuvlarımızın hareketleri de o kadar bizim kontrolümüzdedir. Çünkü mülk Allah’ındır, bizler de O’nun kullarıyız. O’nun bize bahşettiği nimetlerin esas itibariyle bize emanet olarak verilen Allah’ın mülkünden ve yaratışından birer parça olduğunun sürekli bilincinde olmak bizim temel bir vazifemizdir. Bazı şeylerin sürekli kontrolümüzde gibi bize gözükmesi yanıltıcı olmamalıdır. Beynimiz ve sinir sistemimizin işlevleri incelendiğinde otonom sinir sistemi ile diğer sinir sisteminin organizasyonunun ne kadar muhteşem yaratıldığı görülebilir. Örneğin, bir yere bakmak istediğimizde gözlerimizin o yöne doğru yönelmesi, net görüntü için görüntüye odaklanmak, retina tabakasına düşen ışığın özel alıcılardan alınarak belirli yollardan iletilmesi gibi birçok işlev otomatik olarak gerçekleşir. İstemli kasların kontrolü bize verilmiş gibi gözükse de aslında böyle basit gibi görülen bir hareketi yaparken oluşan değişik kas kasılmaları otomatik olarak gerçekleşmektedir. Yani bir nevi otomatik pilotla idare edilen bir uçak gibi. Uçak bakım mühendisi olan bir arkadaşım yeni yolcu uçaklarının son derece karmaşık kontrol sistemleri olduğunu ve çok anormal bir durum olmadıkça uçakların düşmesinin çok zor olduğunu, uçak kazalarının çoğunda pilot hatalarının olduğunu bana söylemişti.
Başımızı bakmak istediğimiz yöne çevirmek için hangi kasları ne kadar ne zaman kasmamız, hangi kasları gevşetmemiz meselesi bize bırakılsaydı, vücudumuzun işlevlerinin çoğunu hızlı ve düzgün bir şekilde gerçekleştiremezdik. Aslında her gün saatlerce antrenman yaparak belirli bir profesyonel seviyeye yükselen sporcular, belirli hareketleri yapabilmek için cüz’i iradelerine bırakılan kaslarını olabilecek en mükemmel şekilde eğitmeyi hedeflerler. Yani her gün basket veya şut çalışması yapan bir sporcu, aslında bu antrenmanlarıyla vücudundaki kasları istediği hareketleri en mükemmel şekilde yapabilmek için eğitmeye çalışır. İşte gözlerimizin, dilimizin veya başımızın bir yöne hareket ettirilmesi gibi basit sandığımız işler de, son derece karmaşık kas organizasyonunu gerektirir ve sporcu örneğinden daha az karmaşık değildir. Yıllarca eğitimin sonunda sporcuların ulaşmaya çalıştığı noktaya aslında vücudumuzdaki birçok kaslar zaten ulaşmıştır. Örneğin doğduğumuzda başımızı bile hareket ettiremezken, bir yıl içinde yürümek dahil birçok hareketi yapabiliyor olmamızda da büyük ibretler vardır.
Bir de kalp kası gibi biz farkında bile olmadan kontrolümüzün tamamen dışında çalışan kaslarımız vardır. Bu tür kasların otonom sinir sistemi tarafından kontrolü zaten muazzam yönleri olan bir hadisedir. Bir an için düşünelim, kalbimizdeki kasın kontrolü de kısmen bizim irademize bırakılsaydı, yani diğer istemli kaslarımızda olduğu gibi çalışsaydı halimiz nice olurdu? Dakikada 60 kere atan kalbimize her saniye at diye emir vermek zorunda kalsaydık ya da koştuğumuz zaman da her saniye at at demek zorunda kalsaydık... Acaba evrim teorisinde diretenler sadece vücudumuzdaki kasların hangisinin ne kadar bizim cüz’i irademize veya otonom sistemimize verildiğini ve bu kas gruplarının ne kadar muazzam bir organizasyonla çalıştığını bile izah etmeleri mümkün değilken, evrim safsatasında direterek nasıl gülünç duruma düştüklerini göremiyorlar mı?
Peki tamamen bizim bilincimiz dışında hareket eden kalp kaslarımızın, milyonlarca farklı işlemi her an gerçekleştiren sinir sistemimizin, her an bizi korumak için milyonlarca farklı işlevi gerçekleştiren bağışıklık sistemimizin bütün bunları Rabbimizin takdir ettiği şekilde yaptığını bildiğimize göre ve bu olağanüstü sistemlerin milyonlarca aktörü Rableri tarafından verilen vazifelerini aksatmadan yaptığına göre, acaba biz Rabbimizin cüz’i irademize verdiği bedenimizle vazifelerimizi aksatmadan yapabiliyor muyuz veya yeterince şükredebiliyor muyuz? Bunlar üzerinde düşünmemiz gereken hususlar var ve hepimiz kendimizi bu konularda sık sık hesaba çekmeli ve öz eleştiri yapabilmeliyiz.
Bazı insanlar bulundukları sosyal veya ekonomik konumun havasına kendilerini fazla kaptırıp, dünyanın gelip geçici olduğunu unutarak büyük bir yanılgı içine düşerler. Böyle bir hatanın içinde olan insanlar kendi vücut hareketlerinin bile tam kontrolünden acizken, bazen kendilerini her şeye hâkim hissetme yanılgısına da kaptırabilirler. Hiçbirimiz birkaç saniye sonra ne olacağını bilmeyiz aslında. Değil birçok şeye hâkim olmak, kendi bedenimizdeki kasların kontrolü bile tam olarak bizde değildir. Dolayısıyla olacak olaylar veya bizi bekleyen gelişmeler de benzer şekilde bizim kontrolümüz dışındadır. O nedenle bize verilen imkânlar, içinde bulunduğumuz konumlar, hatta kendi vücudumuz bize verilen birer emanettir ve bu emanetlerin nereden geldiğinin sürekli bilincinde olarak yaşamak ve bu bilinçle bizi bekleyen olayları karşılamak bizim aslî vazifelerimizdendir.
Bu ay içinde bulunduğumuz mübarek Ramazan ayında nefsimize onun gerçek sahibini sürekli hatırlatma imkânını bulmaktayız. Bu vesileyle cüz’i irademizi Rabbimizin emri gereği bedenimizin isteklerinin aleyhine de olsa kontrol altında tutmaya çalışmak esasen yukarıda işlenen gerçekleri içselleştirmek açısından önemli bir fırsattır. İnşaallah bu fırsatı en verimli şekilde kullanabilir ve sadece gündüzleri aç kalarak bu fırsatı tepenlerden olmayız.