TR EN

Dil Seçin

Ara

Global Krize Bediüzzaman’dan Reçete

Küreselleşen kapitalizmin yeni dolar milyarderleri peydahlaması mantık icabıydı ve kaçınılmazdı. Çünkü, bir yandan bilişim teknolojisi ulusal sınırları zaten tanımazken, diğer yandan ABD’nin bunaltıcı baskısı sonucunda gelişmekte olan ülkeler mal ve sermaye hareketlerine sınır getiren yasalarını serbestleştirdiler. Böylece, piyasa kavramı artık tüm dünya pazarlarını ifade eder hale geldi. Küreselleşmenin sağladığı muazzam olanaklarla, zengin üretmekte son derecede başarılı olan kapitalizm, fakirliği ortadan kaldırmak ve sosyal adaleti sağlamak babında son derece başarısız oldu. Dolar milyarderlerinin sayısı ve dolarlarının miktarı artarken, dünyanın her yerinde fakirlerin sayısı da paralel bir yükseliş sergiledi.

Halbuki, piyasaya tapınanlar böyle söylememişti. Onlara göre, pazarlar her şeyi kendiliğinden halleden mekanizmalardı, kaynakların hangi alanlara ne oranda dağıtılacağını ancak piyasa bilebilirdi. Toplumun hangi ekonomik faaliyetlere ihtiyacı olduğunu, hangi işlere ise artık ihtiyaç kalmadığını da piyasa tayin ederdi. Yani, pazarların yaptığı her şey kategorik olarak doğru ve âdildi. Devlet yönetiminin yapacağı tek şey, futbol veya basketbol hakemi gibi davranıp oyunun kurallarını adilane biçimde saptamak, yasaların uygulandığını izlemekti. Gerçi ara sıra durgunluk yaşanabilirdi. Ama ne gam, her durgunluk yeni bir canlanmanın tohumlarını atar diye düşünüldü; zaten durgunluğun adı “düzeltme” olarak konulmuştu. Aslında bu Sindirella hikâyeleri gerçek hayata yansımamıştı. 1980’li yıllardan global krizin çıktığı 2007’ye kadar tam üç resesyon yaşanmış ve hepsi de ancak kamunun müdahalesiyle atlatılabilmişti. Ancak, piyasa yobazlığı o derecedeydi ki, gerçekler görülemedi veya görmezden gelindi.

Kapitalizmin bütün çarpıklıklarını inkâr edilemez biçimde ortaya çıkaran global krizde umulmadık olaylardan birisi de, dolar milyarderlerinin menbaı olan uluslar-ötesi şirketlerin zayıf performansıydı. Dünya toplam gayrisafi hasılasını kısa dönemde sabit bir havuz olarak tasavvur edersek, havuzdan aslan payını alanların krize karşı herkesten çok dayanıklı olmaları, hatta sağlamlıklarıyla krizin hafif atlatılmasını sağlamaları beklenirdi. Fakat söz konusu kuruluşlar kartondan kaplan gibi sapır sapır döküldüler ve beklenenin aksine krizi körüklediler. Kapitalizmin kalesi denilen markalar, diğerlerinden önce iflas etti. Doğrusu kimse içlerinin bu kadar kof olduğunu tahmin edememişti. İflas etmeyip devlet yardımıyla zar zor ayakta kalabilenler ise krizin faturasını işçisine, memuruna ödetti. Bu durum karşısında, kamu tarafından her türlü imtiyazla teçhiz edilen uluslararası firmaların ve onların dolar milyarderi konumundaki yönetici ve sahiplerinin bu ayrıcalıklara lâyık olmadığı fikri ister istemez zihinlerde yer etmeye başladı. Tartışılan sorulardan birisi şu: Kapitalizmde zenginliğin bir sınırı olmalı mı, olmamalı mı?

Evet, kapitalist piyasa ekonomisinin doğası gereği, kâr etmek, servet edinmek serbesttir, hatta bu teşvik edilir. Bu serbestinin altında yatan varsayım, zenginlerin ve ultra zenginlerin topluma sağladıkları yarar sayesinde bu kadar varsıl olduğu, yani zenginliklerini hak ettikleridir. Ama kriz süreci böyle bir varsayımın gerçeklerle örtüşmediği ve ultra zenginlerin kendilerini inanılmaz derecede varlıklı yapan topluma karşı hiçbir sorumluluk hissetmedikleri ortaya çıktı. Öyleyse, hâlâ kapitalist sistemde isteyen istediği kadar zengin olabilir ve zengin kalabilir diyebilir miyiz?

Kapitalist piyasa sistemi bu noktada çaresizlik ve açmaz içinde. Çünkü, zenginliği sınırlamak sistemin ruhuna aykırı. Zaten, böyle bir sınırlamanın uluslar arası şirketler ve onların yönetici ve sahipleri tarafından kabul edilmesi tamamen imkânsız. Ama, bu haliyle de kapitalizm yer yüzünde yaşayan yüz milyonlarca insanın açlığa varan fakirliğinden sorumludur.

İşte, büyük müceddit Bediüzzaman, bu sorunun cevabını İslâm’ın üç kuralıyla insanlara veriyor. Birincisi, her türlüsü haram olan, insanları birbirine düşman eden faizin yasaklanmasıdır. Faiz, kapitalist rejimde haksız kazancın ve aşırı zenginliğin kaynağıdır. Üstad’a göre, faizin yerini fakirle zengini dost eden, sınıf çatışmasını önleyen zekât ve sadaka almalıdır. Üstat’ın anlayışında, zekât ve sadaka faizin alternatifidir. Zekâtın doğal fonksiyonu, toplumların karakterlerinde mevcut olan sınıf farklılıklarını azaltıcı ve dengeleyici vazife görmesidir.

Bediüzzaman, zekât için şöyle der: “Bütün muavenet ve yardım nevilerini havi olan zekât hakkında, sahih olarak Resül-i Ekrem’den (s.a.v) ‘zekât İslam’ın köprüsüdür’ hadis-i şerifi mervi”dir. Yani Müslümanların birbirlerine yardımı, ancak zekât köprüsü üzerinden geçerek yapılır; zira yardım vasıtası zekâttır. Zekâtın en büyük neticelerinden birisi toplumda servet aleyhtarlığının önlenmesi olarak kendini gösterecektir. Böylece çağımızın emek-sermaye mücadelesinde merkezileşmek isteyen maddi ve manevi hastalıkları İslâm’ın tedbir usulleriyle ıslaha tabi tutulmuş olacaktır. Bu sözler, Bediüzzaman’ın ifadesiyle Kur’an’ın davetidir.

O, aşırı zenginlik ve aşırı fakirlik meselesinin zekât ve sadaka kavramıyla ve gönüllü olarak halledilmesini öneriyor. Böylece, daha çok dünya varlığı, sahipleri tarafından daha çok sadaka verme imkânı olarak değerlendirilir ve nicelik yerine nitelik ağırlıklı anlayış ikame edildiğinden, aşırı zenginlik toplumla paylaşmak suretiyle, hiçbir zorlama olmadan kendiliğinden törpülenir.

Öte yandan, iktisadın hem öznesi hem de hedefi konumundaki insan, asla israf etmemeli, kanaatkâr olmalıdır; o helâl kazanç için çalışır, fakat hırsa kapılmaz. Böylece aşırı hırsın doğuracağı kötü sonuçlardan korunmuş olur. Kapitalizmi benimsemiş ülkelerin toplum vicdanında haklılık bulmayan aşırı zenginlikleri kabul edilir düzeye indirmek için çaresizlik içinde kıvranmak yerine, Bediüzzaman’a kulak vermeleri, israftan, onun yol açtığı faizden kaçınmaları ve zekât ve sadaka yöntemini lâyıkıyla uygulamaları tek çareleri değil mi?