TR EN

Dil Seçin

Ara

Afrika: Gözü Yaşlı Kıta

Afrika denince aklımıza öncelikle açlık ve kuraklıktan mustarip, salgın hastalıkla ve sel baskınlarıyla boğuşan, eğitim imkânlarından yoksun, bitmek bilmeyen kabile savaşları nedeniyle huzur ve güven ortamını bir türlü yakalayamamış halklar gelir. Oysa ferdleri halk ya da insan grubu gibi ifadelere dahil ettiğimiz zaman, tek bir ferdin bizatihi hak ettiği hürmetin arada unutulup gittiğini fark etmiyoruz nedense. Mesela Afrika’da anne olmak nasıl bir şeydir? Çölde kamışlardan yapılmış oda-hastanelerde yere serili hasırlar üzerinde çocuğunu dünyaya getiren bir anne olmak... Günde beş altı saati yolda geçirip kilometrelerce mesafeden evine temiz su taşıyan, çocuklarına bir kap yiyecek sunabilmek için değirmen yollarını arşınlayan bir kadın olmak... Bu kadınlar, bu anneler, 3-5 dolarlık sıtma ilacı alamadığı için ölen çocuklarının ölüm acısını yudumluyor her gün.

“Afrika’ya gitmek zamanda geriye doğru yolculuk yapmak gibi.” diyor bir sivil toplum gönüllüsü Afrika izlenimlerini anlatırken. Batılı silah sektörünce kışkırtılan kabile savaşları yüzünden mülteci kamplarında zorlu bir hayat mücadelesi veriliyor. Güvensizlik ve kaos ortamının sebep olduğu eğitim imkânından yoksunluk fakirlik ve cehaleti besleyip duruyor. Misyonerler bu fırsatı kaçırmayıp sömürgeciliğin ve Batı’ya bağımlılığın devamı yönünde hizmet ediyorlar. Bu gibi kuruluşlar aracılığıyla Batı’ya eğitim için gönderilen başarılı öğrenciler daha sonra kendi ülkelerinde Batı adına hareket eden kadroları oluşturuyor.

Kara derili ve kara gözlü olmak, kara bahtlı olmanın gereği mi peki? Bu kıtanın insanları gerçekten fakirliğe, cehalete, sefalete yazgılı mı? Çok zengin yer altı ve yer üstü kaynaklarına sahip bu topraklarda hayat neden bu kadar içler acısı? İnsanlık onuruna yakışmayan bu hayatı kıta sakinleri bilerek ve isteyerek mi inşa ettiler, yoksa zalim ellerin oyununa mı geldiler?

Marsel Parnaya Coğrafi Keşiflerin İçyüzü adlı kitapta Batı sömürgeciliğine maruz kalmış bir başka bölgeye dair izlenimini şu sözlerle ifade ediyor: “Kalküta’dan bakınca, etrafta pislik yığınları içinde nasıl çalışabildiğine hayret edeceğiniz fakir, yoksul, pis insanlar göreceksiniz. Bunlar Batı’nın refah ve mutluluğunun harcını karıyorlar.”

İşte burada tarihin sömürgeciliğe ait kara sayfalarını aralamalı. Çünkü Batılı olmayan toplumların acımasızca sömürülmesi, Batı kapitalizminin büyümesiyle doğrudan doğruya bağlantılı bir olay. Batı zihniyeti siyasi, kültürel ve teolojik kodlarını Roma kültüründen almakta. Bu da çatışma, ayrımcılık ve ötekileştirme üzerine kurulu bir hayat anlayışıdır. İnsan tekini anlamlandırırken “homo economicus”, yani “sonsuz ihtiyaçlarını karşılamak için mücadele eden insan tipi” tanımlaması, sömürüye açılan kapıdır. Bu insan tipi için esas olan, refah düzeyini muhafaza etmek ve daha da yükseltmektir. Çıkarların maksimize edilmesi, sömürünün anayasasıdır. Hak dendiğinde akla sadece “sarı saçlı mavi gözlü insanların hakkı”nın geldiği anlayış, buradan beslenmektedir. Kendi dışındakiler, yani “ötekiler” zaten insan dışı varlık konumuna indirgendiğinden (dehumanizasyon), onların acılarına huzur-u kalple ilgisiz kalınabilir. İşte dünyanın bir ucundan öbür ucuna yapılan yağma, talan ve katliam (bize aydınlık gösterilen) bu karanlık zeminde yükselmiştir.

15. ve 19. yüzyıllar arasında devam eden sömürgecilik döneminde hammadde, endüstri ürünleri, elmas ve altın gibi kıymetli madenlerin yanı sıra insan da ticari meta olarak alınıp satıldı. Portekiz, Hollanda, Almanya, İngiltere, İspanya, Fransa, İsveç gibi bugünün vitrin ülkeleri, dünün insan avcılarıydılar. Zor kullanılarak topraklarından koparılan 100 milyona yakın insan Batı’ya köle olarak taşındı durdu. Hem de adını ‘özgürlük’ koydukları Liberya limanından! El, ayak ve boyunlara zincirler vuruldu. Kapalı kamaralarda aylarca istif edildi bedenler. Nereye gittiğini, kendisini neyin beklediğini kimse bilmedi. Hastalar ve ölenler denize atıldı. Şansı yaver gidenler (!) köle pazarında satıldı. En ağır işlerde çalıştırılıp insanlık dışı muamelelere maruz bırakıldı. Zorla dinleri terk ettirildi.

Afrika’nın zengin maden yatakları sömürgecileri gözü dönmüş vahşilere çeviren en önemli etkendi kuşkusuz. Zimbabwe’nin (Rodezya) kurucusu, aynı zamanda bir iş adamı olan Cecil Rhodes “Yayılma her şeydir” diyordu ve sermayenin birikimi önünde yer alan her türlü maddi ve insani engeller bertaraf edilmeliydi ona göre. Tahakkümün devamını sağlamak için de işbirlikçi yerel siyasi iktidarlar kurulmalıydı. İşte bu zihniyetle koca bir kıta yağmalanarak yoksulluğa mahkûm edildi. Yine bu yüzden Mali gibi altın üretiminde dünya üçüncüsü olan bir ülkede insanlar açlıktan ölüyor. Dünyanın en kıymetli elmas, altın, titanyum madenlerine sahip Sierra Laone’de her üç çocuktan biri beş yaşına gelmeden hayata gözlerini kapatıyor. Önce Alman sonra Belçika sömürgesi olan Ruanda’nın 1962’de bağımsızlığına kavuşması sadece kağıt üzerinde bir gerçek ne yazık ki. 1990’larda artan Fransız etkisiyle kabileler birbirine düşürülerek yaşanan katliamlardan geriye yüz binlerce yetim kaldı ve kalmaya devam ediyor.

Ve bugün sevgiden, insanlıktan, medeniyetten bahsederken nedense yüzler hep Batı’ya dönüyor. Ne büyük bir aldatmaca! Batı’yı bir lokantaya benzetseydik, sunumu güzel, ama mutfağını pislik götüren bir lokanta olurdu bu. Bir insan olsaydı, cildi güzel, ama ruhu çürümüş bir insan olurdu. Batı dünyası öyle bir maharetle gizleyebiliyor ki çirkin yanlarını. Biz onu hep güzel görüyoruz. Güzel bir kadının boynuna takılmış bir elmas gibi görüyoruz onu. Ama arka planda o elmas kolye için zincirlere vurulmuş insan manzaraları gizleniyor.

“Tek taş” yüzük furyasının hakim olduğu şu günlerde, acaba kaçımızın aklına tüketimi kamçılayan el ile, Afrika halklarının sırtlarına can yakıcı kamçı darbelerini indiren elin aynı olduğu geliyor? O insanlar boyunlarına vurulan zincirlere itiraz ettiler ancak zorla köleleştirildiler. Başka insanların güzel görünmesi için onlar altın madenlerinde çalıştırılıyorlar.

Pakistanlı şair Muhammed İkbal, “Batı’nın sahte ihtişamı gözlerimi kamaştırmaya yetmedi. Zira gözlerimin sürmesi Mekke ve Medine’den geldi.” demişti. Ama bizim gözlerimiz hâlâ kamaşmış ve büyülenmiş gibi Batı’ya bakmaya devam ediyor. Bizim de kamaşan gözlerimize sürme çekmenin vakti gelmedi mi?