TR EN

Dil Seçin

Ara

Bir Psikiyatrist Gözüyle Toplumsal Ruh Halimiz

Ülkenin halini izlerken bazen sanki bir iç savaş yaşıyormuşuz gibi hissediyorum. Sürekli bir gerilim, devamlı bir kavga ortamı, bitmeyen gerilimler, bir gerilim bitince hemen üretilen bir başkası. Toplumca ruh durumumuz nasıl sizce? Özellikle de paranoya konusunu sormak istiyorum.

Mesela, kızlarımız “Allah’ın emri” diyerek başörtüleriyle okumak istiyorlar. Hemen itiraz geliyor: “Aslında niyetleri farklı. Amaçları siyasi propaganda yapmak. İzin vermeyin sakın.” Milletçe biraz paranoyak mıyız acaba? Siz ne dersiniz?

Önce şuradan girelim konuya: Toplumların ve ülkelerin (tıpkı insanlar gibi) kendilerine göre kişiliklere sahip oldukları, öteden beri kabul edilen bir olgudur. Belli sınırlar içinde, belli bir coğrafyanın şartlarında, asırlarca birlikte yoğrulmuş toplumların, kendine has bazı özellikler geliştirmesi normaldir zaten. Bu doğrultuda hemen tüm toplumlar, psikolog ve sosyologlarca analiz edilmiş ve “kişilikleri” irdelenmiştir.

Mesela Amerikan toplumu “borderline, histrionik ve narsisistik” olarak tanımlanır.

Yani kimlik karmaşası içinde, gösterişe önem veren, sadece kendi çıkarını düşünen, yerleşik bir kültürü olmayan, yüzeysel ama yeniliklere açık, serbest ve özgürlükçü. Bu yapının gelişiminde, bugünkü Amerikan toplumunun kökeninin çok yeni olması, yeterince sağlam kültürel ve tarihî temellerinin bulunmaması ve dünyanın dört bir yanından, her çeşit ırk ve kültürden göç almış olması önemli rol oynamıştır.

Bizim toplumumuz da çoğu uzman tarafından, “biraz bağımlı ve çokça da paranoid özelliklere sahip” olarak tarif edilmiştir.

Burada hemen şunu vurgulamak gerekir ki, “paranoid” başkadır, “paranoyak” başkadır. Paranoyaklık açık bir ruhsal hastalık iken, paranoid kelimesi bir kişilik yapısını tarif eder. Hastalık sayılmaz. Ama şu da var ki, paranoid özelliklere sahip kişilerin paranoya türü rahatsızlıklara yakalanma ihtimali daha fazladır. Girişte örnek verdiğiniz tipleri bu çerçevede değerlendirebiliriz.

 

O zaman genelde bizim toplumumuz üzerinden gidip “paranoid kişilik yapısı” üzerinde sizden bilgi rica etsek? Nasıl bir şeydir paranoid kişilik yapısı ve toplumumuza uyuyor mu gerçekten?

Paranoid kişilikte olanların en önemli özellikleri; kendilerini beğenmeleri, özgüvenlerinin fazla olması, ama kendilerinden başka kimseye de güvenmemeleridir. O yüzden samimi dostları ve sırdaşları azdır. Her an çevreden bir tehdit gelebileceği varsayımı ile (tabir yerinde ise) “diken üstünde” yaşarlar. Aktif bir yapıları vardır ancak biraz gergindirler. Çabuk öfkelenir, tartışmayı severler. Hatta “gerilimle beslenirler” bile diyebiliriz. Çok yoğun duyguları vardır. Duygusal çalkantılar da çok görülür tabii. Sevdiler mi “ölümüne” severler. Hayli de kıskanç olurlar. Bazen en yakınlarından bile şüphelenebilirler. Çevrede olup biten olayların arasında derin ve gizli bağlar olduğunu hisseder, bu ilişkileri çözmek için kafa patlatır, bazen de komplo teorileri üretirler. Bu düşünce yapısı bazen ölçüyü kaçırıp hatalı yargılara varmalarına, hatta hezeyan düzeyinde yanlış fikirlere saplanmalarına (yani paranoya geliştirmelerine) yol açabilir. Üstelik bir kere inandıkları bir fikirden kolay kolay vazgeçmezler de. Hatta bütün dünya karşılarında olsa ve “sen haksızsın” dese, tersine haklı olduklarına inançları ve davalarına bağlılıkları artar.

 

Çok yoğun bir kişilik yapısı tarif ettiniz. İki ucu keskin bıçak gibi.

Evet, aynen öyle. Bu kişilik yapısı, yerinde ve dozunda kullanılırsa çok işe yarayabilir. İnatçı, mücadeleci, cesur, gereğinde tüm dünyaya meydan okuyabilecek bir yapı ile sahibini başarıya ulaştırabilir. Tarihte iz bırakmış insanların çoğu bu profildedir zaten. Ancak bu kişilik özellikleri dozunu aştığı zaman ters tepebilir de. Aşırı gerilim üretme, gereksiz sürtüşmelerle enerjisini boşa harcama, kuruntularla kendi kendini yiyip bitirme, bu düşünce yumaklarından kurtulabilmek için de alkol ve uyuşturucu kullanımı gibi sorunlar da ortaya çıkabilir.

 

Siz anlatırken dikkat ettim de, bu özellikler bizim toplumumuza da hayli uyuyor sanırım?

Bence de hayli uyuyor. Biraz düşünürsek, gerçekten de bizde kendinden başka kimseye güvenmeme, sürekli çevreden tehdit bekleme özelliği var mesela.

Geçenlerde bir gazetede bir karikatür dikkatimi çekmişti, yeri geldi, anlatayım.

Çocuk okuldan gelmiş, annesine öğrendiklerini anlatıyor:

- “Anneciğim, bugün derste, “bizim bizden başka dostumuz olmadığını” öğrendik.

- Başka yavrum?

- Bir de “en büyük düşmanımızın da kendi içimizde olduğunu öğrendik.”

Mantığı görüyor musunuz? “Tüm komşularımız bize düşman. Üstelik en büyük düşman da içimizde.”

Kıskançlık da toplum olarak çok tipik bir özelliğimiz zaten. Komplo teorileri üretmeyi de seviyoruz. Kendimize aşırı güvenme, başkalarına ise hiç güvenmeme de bir özelliğimiz. Bu kişilik yapısı bence de toplumumuza hayli uyuyor.

 

“Başkalarına güvenmeme” noktasına katılıyorum da “kendine aşırı güvenme” konusunda soru işaretim var. Sizce bizim toplumumuz gerçekten kendine güveniyor mu? Bazen tersine aşağılık hissi yaşıyoruz gibi düşünüyorum ben. “Biz adam olmayız.” sözünü çok duyarız mesela.

Bakın, fark ettiyseniz bizim toplumumuzun beklentileri hayli yüksektir. Hem birey olarak hem de toplum olarak “biz en iyisine layığız; en büyük, en başarılı olmalıyız.” hissi hâkimdir bizde. Ortalama bir yerlerde olmayı kabullenemeyiz. Mesela bizde hemen hiç kimse, kendi kasabasının takımını tutmaz. Daima kazanan ve tepede olan “üç büyükler”den birini tutar. Onları tutarken de beklentileri sadece şampiyonluktur. “Şerefli ikincilikler” bile başarısızlık demektir. Derhal teknik direktör gönderilir. Bunlar bizim toplumsal özelliklerimizin yansıması işte. En yukarıya gözümüzü dikmişiz. Bir zamanlar varmış olduğumuz zirvelerde hâlâ gözümüz. Ve bazen oraya ulaşamayacağımızı düşündüğümüzde, “biz adam olmayız” diyebiliyoruz. Ama bunu diyenler dahi bal gibi biliyor ki biz mesela hemen tüm komşularımızdan daha ileri ve güçlü bir ülkeyiz. Ama hedefimiz Bulgaristan’ı geçmek değil ki. Almanya’yı geçmek, dünyanın süper gücü olmak istiyoruz. Bu noktaya dikkat ederseniz, toplumumuzda temelde aşağılık duygusu olmadığını görürsünüz.

Şöyle sorayım, mesela bir Polonyalı veya bir İspanyol “Bizim milletimiz dünyanın en önemli milletidir. Tarihin seyri bizim elimizdedir. Tüm dünyaya önderlik etmeliyiz” demez hiçbir zaman. Ama bizim insanlarımızın büyük çoğunluğu bu cümleleri rahatça kullanır ve hiç de garipsenmez.

...

Avrupa Futbol şampiyonasında da bu özelliği gördük. Bir galibiyetin ardından hemen gözümüzü kupaya dikiverdik. Oysa çoğu takımlar “Bir tur geçtik ya, bu bize yeter. Bayağı başarılı olduk, aferin bize.” havasındaydılar.

 

Biraz da olumsuz yönlerimizi görsek?

Paranoid kişilik yapısının gri tonları olmadığı için, işler kötü gittiğinde her şey tepetaklak olur. “Ya hep ya hiç” yani. Ben çok sevdiğim bir benzetmeyi anmak isterim. Süt bozulursa yoğurt olur, yine yenir ama tereyağı bozulursa zehir gibi acı olur, yenmez. Benzetme yaparsak, bizim toplumumuz tereyağı gibi. İşler yolunda iken tüm dünyaya nam salacak cihangirlikler sergiliyor; işler biraz ters gidince ise kendi kendimizi yiyip bitirmeye, hiç yoktan gerginlikler üretmeye, sonunda bu strese dayanamayıp içki, sigara ve uyuşturucuya yönelmeye başlıyoruz.

 

Peki, samimi olarak soruyorum, toplum olarak biraz hastalıklı sayılabilir miyiz? Hele şu iç gerilimlerin tırmandığı son zamanlarda.

Şu anki toplum yapımızla, psikiyatrist gözüyle, herhangi bir başka toplumdan daha hastalıklı görünmüyoruz. “Şu son zamanlarda” dediniz ama bazı odakların can çekişmesine bağlı şimdiki ufak sallantılar, tarihimizdeki ciddi sarsıntılarla kıyaslanırsa “artçı” bile sayılmaz. Şu anki yapıyı çok kötü görmüyorum. Çok sevdiğim bir benzetmeyi anacağım: 1900’lerde, Meşrutiyet yıllarında Bediüzzaman’a soruyorlar: “Eskiden de devlet zayıftı, şimdi de zayıfız. Ne farkı var?” Cevaben diyor: “Yaşlı bir adam ile bir çocuğun gücü benzer olabilir. Ama yaşlı adam ölüme doğru giderken çocuk, ergenliğe, gençliğe, yetişkinliğe doğru gider.” Bence toplum olarak çocukluk devrini çoktan aştık. Hayli güçlü sayılırız.

Ancak şunu da belirtmek lazım: Paranoid kişilikte olanlar için hayat bir savaş meydanıdır. “Gerilimle beslenirler” demiştim hatta. Bir dış düşmanla mücadele veya ciddi bir ideal uğrunda koşturma olmadığında kendi içinde sorun üretip sonuçta mutlaka bir bunalım üretirler. Siz de bilirsiniz, “ülkemizin içinde bulunduğu kritik dönem”ler hiç bitmez. Bitmeyecek de, emin olun. Biz böyleyiz çünkü. Bunalımlarla enerji üretiyoruz. Ama eğer bu gerilim ile “kendi kendimizi yemek” istemiyorsak, enerjimizi dış düşmanlara veya yüksek ideallere yöneltmemiz şart.

 

Azıcık siyasete yaklaşmışken, son zamanların moda ifadesi “Çılgın Türkler” kavramı hakkında ne dersiniz?

Bu kavramın hangi fikir yandaşları tarafından bayraklaştırıldığı bir yana, kullanılan kelimeyi de biraz itici bulduğumu belirtmeliyim. Milletimiz “çılgın” diye nitelenmemeli bence. Ancak başkalarına “çılgınca” gelebilecek yönlerimiz olduğu da ortada. Millet olarak doğru bildiği yolda sonuna kadar gitmek, yenilgiyi kabul etmemek, başkalarının eleştirisinden etkilenmemek, gerektiğinde tüm dünyaya meydan okumak bizim tipik özelliklerimizdir ve bazılarına “çılgınlık” gibi gelebilir bunlar. Aslında bu andığımız özellikler, Türk milletine işaret ettiği kabul edilen o meşhur ayette de geçer, dikkat ederseniz:

“Ey iman edenler! İçinizden kim dininden dönerse, Allah onların yerine bir kavim getirir ki, onlar müminlere karşı alçak gönüllü, kâfirlere karşı ise onurlu ve zorludurlar. Allah onları sever, onlar da Allah’ı sever. Onlar Allah yolunda savaşırlar ve hiçbir kınayanın kınamasından da çekinmezler. Bu Allah’ın lütuf ve inayetidir ki, kime dilerse ona verir. Allah ihsanı bol olan, her şeyi bilendir.” (Maide Suresi, 54. ayet)

 

Peki bu yapı, başkalarını anlama, diyalog kurma, empati yapma gibi konularda bizi zayıf düşürmüyor mu?

Başkalarının fikirlerini anlamak, onlarla empati yapmak, bizim toplumsal özelliğimiz sayılmaz. Zaten “hiçbir kınayanın kınamasından çekinmemek”, biraz da böyle olmayı gerektirir. Her sözü dinler, herkesi memnun etmeye çalışırsanız, bu çizgiye girmezsiniz. Kınayanları ciddiye alıp onları ikna etmeye çalışan, gereğinde kimseyi ürkütmemek için tarzından fedakârlık yapan bir millet, asırlarca İslâm’ın bayraktarlığını yapamazdı. “O yapı iyidir” veya “bu özellik kötüdür” de demiyorum. “Biz böyleyiz” diyorum sadece. Bunu görmemiz lazım.

Avrupa Futbol Şampiyonası öncesi teknik direktör Fatih Terim’in bir tespitini okudum, çok ilginç geldi. Şunları söylüyordu: “Bizim futbolcularımız savunma yapamıyor. Çünkü rakibe göre hareket etmeyi beceremiyor. Yani rakibin amacını anlamak ve ona göre tavır almak gibi (başkalarına endeksli hareket) onlara zor geliyor. Kendi oyunlarını oynayıp coşkuyla hedeflerine saldırdıklarında ise, çok başarılı olabiliyorlar.”

Bu tespitler çok anlamlı ve bahsettiğim özelliklerle de uyumlu geldi bana.

 

Toplumumuzu sadece “paranoid kişilik” ile tarif etmek mümkün mü sizce? Biraz fazla basite indirgemiş olmaz mıyız?

Baştaki kısacık tarifte bile “bağımlı” kişilik özelliklerinden de bahsetmiştim zaten. Sadece bir tek kişilik yapısı ile koca bir toplumu tabii ki tamamıyla anlatamazsınız. Ama bir insanı “o uzun boylu sarışın genç” dediğinizde birkaç kelime ile yeterince tarif edebildiğiniz gibi ben de en belirgin özelliklerimizden bahsediyorum. Bu sohbette ayrıntılara girmemiz zor tabii ki. Yoksa anlatacak çok şey var.

 

Peki, toplumumuzun paranoid kişilik özellikleri gösterdiğini kabul edersek, bu yapının hangi etkilerin sonucu olarak geliştiğine dair bir açıklama var mı?

Bu kişilik özelliklerinin öz vatanından uzağa göç edenlerde daha sık geliştiği biliniyor. Tarihsel bir nazarla bakarsak, gerçekten de çoğu kavim, tarih boyunca pek fazla yer değiştirmemiş. Çinliler, Japonlar, Araplar, Almanlar, Yunanlılar asırlardır aynı yerde veya yakın topraklarda yaşıyorlar. Ama biz çok uzun bir göç sonrası Orta Asya’dan gelip hiç tanımadığımız topraklara yerleşmişiz. Sonra da haklı olarak çevremizdeki herkesten kuşkulanır olmuşuz. “Acaba bizi buradan atmaya çalışırlar mı?” diye. Biraz paranoid olmamız normal sayılır bu şartlarda.

Ayrıca babası ile arasında yeterli uyum olmayan, baba-oğul ilişkisinin zedelendiği durumlarda da bu tarz bir kişilik gelişebilir. Zira zihinde şöyle bir fikir oluşur: “Babama bile güvenmiyorsam kime güveneceğim bu dünyada? Bana benden başka yardımcı yok. Tek başıma ayakta kalmalıyım!”

Şimdi ülkemizden bahsedersek, bizim babamız, atamız, Osmanlı Devleti sayılır. Oysa uzun yıllar, hatta on yıllar boyunca Osmanlıyı reddetmekle, hatta Osmanlı düşmanlığı ile yoğrulmadık mı? Atasını nerdeyse inkâr etme, hatta ona düşman olma noktasına gelen bir millet için, kime güvenmek mümkün olabilir ki? Diğer milletler haydi haydi “şüpheli” sınıfına girer bu durumda.

 

Peki ne yapmalıyız? Daha sağlıklı ve verimli bir toplum olmak için neler yapılmalı sizce?

Son konudan başlarsak, öncelikle babamızla aramızda bir sorun var. Bunu çözmemiz lazım. Yani toplum olarak Osmanlı ile barışmamız, Osmanlı’yı kabullenmemiz şart. Hataları-sevapları ile Osmanlı’yı tanıyıp onunla gurur duymamız lazım. Biz onun oğluyuz. Zaten bütün dünya bizi Osmanlı’nın devamı olarak görüyor da sadece bizde bazı kafası karışıklar “hayır, biz Avrupalıyız” diye boş yere ısrar ediyor.

Burada bir parantez açmak isterim. Dikkat edin, Osmanlı Devleti’ni eleştirenlerin Osmanlı’da dile getirdikleri tüm eksik ve hatalar, bugün bizim devletimize de yöneltilen suçlamalardır. Ne deniyordu Osmanlı için? “Sadece İstanbul’a ağırlık vermiş, doğuyu ihmal etmiş. Eğitimi ikinci plana atmış. Endüstrileşmeye önem vermemiş. Plansız hareket etmiş. Diplomasiyi becerememiş. Dış politikada olumsuz, dostsuz kalmış. Üstelik ekonomik zorluk dönemlerinde bile yöneticiler lüks ve israf içinde yaşamışlar. Vs vs. Bu eleştirileri çok yakın bir yerlerden hatırlıyoruz, değil mi?

Bu konuda psikolojinin kuralı şudur: Bir insan, atası, aslı, babası ile yüzleşip onunla barışmadığı sürece (garip bir paradoks olarak) sonuçta aynen babası gibi olur ve onun (çok kızdığı) hatalarını birebir tekrarlar.

 

Osmanlı ile barışmamız lazım diyorsunuz yani. Sanırım şu son zamanlarda Balkanlar ve Türkî Cumhuriyetlerdeki gelişmeler bizi buna mecbur etti zaten. Başka öneriniz?

Kişi bazında konuşursak, bir yöntem de kişinin en çok rahatsız olduğu, sevmediği kişilerin üstüne giderek onlarla diyalog kurması ve onların kendi zannettiği gibi olmadıklarını görmesidir. Zıt fikirlerdeki insanlarla diyalog kurmamız çok fayda verir yani. Ancak bu tip yöntemler hem biraz zahmetlidir, hem de zaman ister. Ona karşın çok kolay bir yol daha var: Bu yapıdaki kişilere en iyi yaklaşım tarzı, eleştirip hatalarını göstermek yerine, güzel yönlerini görüp göstermek ve onları iyiye yönlendirmektir. “Dolduruşa getirmek” sözünü kullanmak istemiyorum ama, ‘Kötüsün, kötüsün’ denildikçe kötüye gitmek, ‘İyisin, iyisin’ denildikçe de gayrete gelip kendini melek gibi hissetmek, bizim milletimiz için çok kolaydır.

 

Yani milletçe sahip olduğumuz bazı olumsuz özelliklerin üzerine sünger çekip sadece şanlı tarihimiz ve yüce değerlerimizden bahsetmek lazım diyorsunuz.

Evet. Ve sonlarda aklıma geldi ama onunla bağlamak isterim. Özellikle de şunu söylemek isterim ki, bizim “ortalama” bir millet olarak kalma şansımız yok. Ya zirveye çıkacağız ya kuyu dibine düşeceğiz. Dolayısıyla en yüksek idealler uğrunda harekete geçmekten başka yolumuz yok. Bize ideal lazım. Bize dünyaya meyden okumak lazım. Bize en yüksekleri hedeflemek lazım.