Küçük çaplı atölyelerin büyük sanayiye dönüşmesinin, ortaçağda sanayi devrimini doğurduğunu hatırlamak gerekir. Böylece küçük imalatçılar, dev sanayinin büyük çarkları arasında ezildi ve yok oldu. Yok olan sadece küçük imalatçı değil, işçi-işveren ilişkileri, işveren-devlet ve genelde de insan ilişkileri bundan nasibini alarak değişti. Toplumlar, sermayeye göre adlandırılır oldu, işçi-işveren diye iki kutba ayrıldı. Ve ikinci grup, hızla büyüyerek önce kapitalizmi, daha sonra da tüm zamanların en uzun süren çatışmasını, emek-sermaye çatışmasını doğurdu.
Üretimde sanayi devrimi benzeri bir süreci pazarlama sektöründe görmekteyiz. Küreselleşme öncesinden başlayan ve hızla devam eden ticarileşme süreci, küçük işletmeleri yok ederek büyük sermaye gruplarının etki alanını gittikçe genişletmektedir. Küçük esnaf, büyük sermaye gruplarının baskısı altında ticaretini sürdürmektedir.
İster süpermarketleşme süreci, ister ticarileşme süreci, adına ne derseniz deyin. Ama bir gerçek vardır ki bu süreçte de ticaret şeklinin değişmesi, yine toplumsal ilişkilerin ve toplumsal süreçlerin değişmesine, dönüşmesine yol açmıştır.
En önemli dönüşüm, ‘ihtiyaç’ üzerine bina edilen tüketim anlayışının şimdilerde ‘değişim’ üzerine bina edilmiş olmasıdır. Eskiden, ihtiyacınız olan şeyi satın almak isterdiniz. Ama şimdi, değiştirmek için satın alıyorsunuz.
Klasik iktisat şöyle tanımlanırdı: Kıt imkânlarla, sonsuz ihtiyaçların giderilmesi. Bu kriter, aslında sanayi devriminden beri bütün iktisadi teorilerin temelini oluşturur. Burada ihtiyaçların peşinen sonsuz olarak belirlenmesi zaten bir problemdir. Bu probleme, günümüzdeki her gün yeni ihtiyaçların üretilmesi de eklenince, sonsuz ihtiyaçların tatmininden de öteye geçilmiştir. Böylece sonsuz ihtiyaçlar için sınırsız imkânlar üretilmiştir.
Dolayısıyla ekonomik sistem, sonsuz ihtiyaç-sınırsız imkân denklemi üzerine bina edilmiştir. Burada sorun şu: Bizler, bu çarkın bir dişlisi mi olacağız yoksa ihtiyaçlarımıza bir sınır çizebilecek miyiz? Eğer ihtiyaçlarımıza bir sınır çizmeyeceksek, o zaman bu kapitalist çarkın bir dişlisi olmaya mahkûm olacağız.
Eğer ‘Kapitalist liberal sistemde sadece güçlüye yer vardır. Dolayısıyla esnaf da birleşerek, siyasi baskı oluşturarak, medyayı lehine kullanarak bir güç oluşturmalıdır.’ diyorsanız, demek ki kapitalist sistemde var olan ‘sadece güçlüye yer olduğuna’ dair düşünceyi kabul ediyorsunuz demektir. Hem kapitalist sistemi eleştirip, hem de onun araçlarını kullanıyorsanız çelişkiler içindesiniz demektir.
Söz gelimi batı kapitalizminin bir ürünü olan dev alışveriş mekânlarının, tüketimi ve israfı körükleyici özelliğini bilen yüzlerce küçük esnaf ne yapmalı? Bu konuda kafalar bir hayli karışık. Bunların sermayelerini ve emeklerini birleştirip dev bir alışveriş mekânı oluşturmalarını onlardan beklememiz, onların da büyüyüp tüketim duygularımızı kamçılamalarını onlardan istememiz anlamına gelmiyor mu?
Söz gelimi fikir satan bir yayınevi, insanların şehvet ve merak duygularını tahrik ederek beslenen dev bir yayınevi ile rekabet ederken, fikren mi rekabet etmeli? Yoksa o da ara sıra onlara benzer yayınlar yaparak mı hayatiyetini sürdürmeli? Eğer ikincisini savunuyorsanız, zaten fikren mağlup olmuş sayılırsınız.
Şahsen birinci örnekteki, dev alışveriş mekânlarının her türlü küçük sermayeyi yok edeceğini düşünmüyorum. Çünkü, büyük alışveriş mekanlarının, batı kültürü içinde gelişip devleştiğini, ama bizim topraklarda çok büyümediğini görmekteyim. Avrupa ve ABD’deki dev alışveriş mekânlarını bilen biri olarak, bizim hâlâ ‘çarşı’ kültürümüzün neden yaşamaya devam ettiğini merak edenlerdenim.
Mahallenin bakkalı, mahallenin berberi veya mahallenin kasabı, şehir veya kasabalarımızın çarşısı yerinde duruyor. Sadece büyük şehirlerden bakıp, dünyanın gideceği yeri buradan kestirmek güçtür. Büyük marketlerin, Türkiye gıda piyasasında hâlâ yüzde ellinin altında kalmasının kültürel sebepleri vardır. Aile yapımızın hâlâ ayakta olması, akrabalık ilişkilerimizin hâlâ yaşamaya devam etmesi, mahallenin camisinin hâlâ ayakta olması, mahallenin bakkalını da berberini de kasabını da ayakta tutuyor. Ama, mahallenin esnafı, temizliği ile, kalitesiz hizmetleri ile, doğru olmayan ticareti ile mahalle sakinlerini büyük alışveriş mekânlarına kaçırıyorsa, burada durup düşünmek gerekir.
Gıda piyasasının devlerinden birisi, mahallenin mesela bakkalını alt edemediği için, ‘bakkalım’ adıyla bakkalları kendisine bağladığını hatırlamaya çalışalım. Bunun anlamı şu: Eğer mahalleli, sağlam bir şekilde durmaya devam ederse ve büyük alışveriş mekânlarına teveccüh etmezse, bakkalını da, marketini de koruyacaktır. Bunu muhafazakâr bir davranış olarak değil, aynı zamanda israfı yasaklayan dinî bir davranış biçimi olarak öneriyorum. Yani mahallenin bakkalını korursam, aynı zamanda israf etmemiş olurum, daha çok tüketmemiş olurum. Mahallenin berberini korursam, büyük alışveriş meydanlarında her gün başkaları için süslenen insanların arasına karışmamış ve bu uğurda başkasının günahına vesile olmamış olurum.
Kültürel farklılıkların alışveriş kültürünü şekillendirmesi ile ilgili olarak iki büyük metropol kenti örnek vermek istiyorum. Birincisi İstanbul, diğeri Moskova. İkisi de yakın tarihlerde dünyadaki süpermarketleşme sürecine girmişlerdir. Türkiye’nin dışarıya açıldığı 1980’li yıllardan sonra, İstanbul’da büyük alışveriş mekânları 1990’lı yıllarda açılmıştı. Aynı tarihlerde Sovyetler Birliğinin yıkılmasının ardından dünyadaki kapitalist baskıya boyun eğen ve yer yer marketler açılmaya başlayan bir Moskova’yı görmekteyiz.
Bu güne geldiğimizde, İstanbul’daki büyük marketlerin Moskova’daki marketlerin yarısına bile yaklaşamadığını görmekteyiz. Her iki şehrin nüfusunun da birbirine yakın olduğu bilgisini de not edelim. Ve Moskova’daki dev alışveriş mekânlarına her gün bir yenisinin katılmaya devam ettiğini de not edelim.
Bu durum, bizim ülkemizde, büyük alışveriş mekânlarının küçük esnafla birlikte yaşamaya devam edeceğini göstermektedir. Bu, iki türlü alışveriş kültürünün de birlikte yaşamaya devam edeceği anlamına gelmektedir. Birincisi, büyük sermaye ve onu besleyen orta sermaye gruplarının alışveriş kültürüdür ki, bu, bir tür kendi kendisini besleyerek büyük alışveriş mekânlarının devamını sağlayacaktır. İkincisi, yoksul ve kırsal kesimin alışveriş kültürüdür ki, bu kesimin yapacağı alışverişin mekânı ‘çarşı’dır. ‘Çarşı’nın ana direği ise esnaftır.
Emek-sermaye grupları var olduğu müddetçe, bu iki alışveriş kültürünün devam edeceğini düşünebiliriz. Öyle ise, bundan dolayı, küçük esnafın ‘yok olacağı’ şeklindeki kehanetleri tamamen kabullenmemek gerekir.
Küçük esnaf, kapitalist sermayeye karşı tamamen yok olmayabilir. Ama küçük esnafın, kendi kendisini yok etmesi mümkündür. Ürün ve hizmet kalitesi bakımından üzerine düşeni yapmazsa, küçük esnafın yok olması kaçınılmazdır. Çünkü, büyük sermaye grupları, ürün ve hizmet kalitesi bakımından, küçük esnaftan çok ileridedir.
Beğenmediğin üründen cayma, kalitesiz malı iade etme, güler yüzlü esnaf, doğru ürünü doğru müşteriye doğru zamanda satma anlayışı, yalan söylememe, ürünün doğru tarafı kadar yanlışlarını da müşteriye gösterme, malın ayıplarını gizlememe vs. konularında, küçük esnafın kat etmesi gereken çok merhaleleri var. Her ne kadar tüketim ekonomisini eleştirsek de tüketim ekonomisinin bu doğrularını takdir etmemiz gerekir.
Kaliteli ürün ve doğru hizmeti hedeflemeyen esnafın işleri, kötüye gittiği zaman, hayatından şikayete başlar. Böyle insanların ne zaman halini hatırını sorarsanız, hep işlerin kötüye gittiğinden söz eder, neden kötüye gittiği konusunda kafa yormaz, işlerin iyi gitmesi için elinden geleni yapmaz.
Bugün, maalesef esnafta bir şikayet kültürü gelişmiştir ki, bunun içinde şükürden eser bulamazsınız. Eskide, esnafa işlerini sorduğunuzda, çoğu kere ‘Allah’a şükür’ cevabını alırdınız. Ama şimdi, sorduğunuza bin pişman olursunuz. Sanki, şükrettiğinde adamdan borç para isteyeceksiniz gibi, hep negatif enerji üretirler. Böylece gerçekten maddi bir destek isteyecek olsanız bile, isteyemeyecek hale geliyorsunuz.
Küçük esnafı koruyan önemli bir husus da ‘iktisatlı tüketici davranışı’nın geliştirilmesidir. Bu, israfın önüne geçilmesi, ihtiyacın öne çıkarılması, alışveriş çılgınlığının frenlenmesi, ürünlerin gözlere sokulurcasına satılmaması, satıcı menfaati ile tüketici menfaatinin dengelendiği, gösterişten uzak bir alışveriş kültürünün geliştirilmesi ile mümkündür.
Bütün esnafın hayırlı bir iş yapması dileğiyle...
(Ahmet Nazlı)