TR EN

Dil Seçin

Ara

Oruç Tutan Eşkıya

Ramazan, tatlı bir meltem gibi gelip kasabamıza oturdu. Ekin orağı zamanıydı. Orucumuzu edâ ediyor, iftar vaktine pek az kala orakları omuzlayıp kasabaya dönüyorduk. Hanayımızın üst katındaki hayatta sofrayı kurup, az ötemizdeki tahta minarenin şerefesine dalan gözlerimizle Veli Hoca’nın ezanını kolluyorduk.

O zamanlar kiler ekonomisi hüküm sürerdi. Şehir insanı gibi günübirlik yaşanmazdı. Kilerlerimizde her türlü gıda maddesi hazır tutulurdu. Kurutulmuş elma, ayva, armut kakları, domatesler; ipe dizili biber ve patlıcan kuruları, top ve un tarhanalar, keşkeklik ve aşurelik buğdaylar, turşular, kavurmalar eksik olmazdı. Kış ortasında bile biber ve patlıcan dolmaları, hatta yaprak sarmaları taptaze hazırlanırdı.

Şimdiki halimize bakıyorum da, geçmişi iç burukluğu ve hasret karışımı duygularla hatırlıyorum.

Neyse…

Yorgun gözlerimiz Veli Hoca’nın “Allahü Ekber”ini kollarken, kuruyan ağzımın sabırlı emrine uyan ellerim tahta kaşıklara yapışmış olurdu. Bakır taslara kurulmuş kehribar hoşaflar, tahinli çöreklerin masum duruşu çocukluk hatıralarımın başında gelir.

Ramazan’ın kaçıncı günüydü, bilmiyorum. Bir kuşluk vakti rahmetli ninem “Hadi bakalım Gürbüz” dedi. “Kelekçili Musa Hoca hastalanmış, onu ziyarete gidelim.”

Ninemin babası “Molla Hüseyin” diye bilinen bir din adamı imiş. Epey talebe yetiştirmiş. Kelekçili Musa Hoca da onlardan biriydi. 90’lık yaşına aldırmadan kasabaya her gelişinde bize uğrar, kendisinden en az 30 yaş küçük olmasına rağmen “molla kızı” dediği nineme hürmette kusur etmez, hâl ve hatırını sormadan gitmezdi. Yola koyulduk. Üç saatten fazla süren bir yolculuktan sonra Kelekçi’ye vardık.

Musa Hoca loş bir odada yatıyordu. Hanımı ve çocukları da yanındaydı. Bizi görünce bayağı sevindi. “Molla kızı helâllaşmaya gelmiş” dedi. Öteden beriden konuşuldu ve helâllaşıldı. Yarım saat sonra müsaade istedik. Beni de pek seven Musa Hoca güç duyulan sesiyle “Delikanlıya üzüm verin” dedi. Az sonra da bir sepet kuru üzüm elime tutuşturulmuştu.

Köyden ayrıldık.

Söylemeyi unuttum. Beni hiç yalnız bırakmayan bir de köpeğim vardı: Fındık. Kedi kadar cüssesine aldırmadan o da peşimden gelmişti. Tozlu yollara düştüğümüzde üzüm dolu sepet kollarımı ağrıtmaya başlamıştı bile.

Gâh ninem, gâh ben taşır olduk. Öğle sonu güneşini bir güzel yiyen toprak yol, ayaklarımı kavuruyordu. Fındık zaman zaman önümüzde, zaman zaman ardımızda seğirtip duruyordu. Bir saati aşkın bu vaziyette yol aldık.

Derken, iki yanı yüksekçe yamaçlı bir yerden geçiyorduk ki, sol yukarıdan apar topar inen silahlı üç adam toztomur içinde yolumuzu kesti. Durduk tabii. Birisi iki adım öne geçip “Sepeti verin!” dedi. Sepeti taşıma sırası bana gelmiş olmalı ki, sıkı sıkıya kucağımda tutar vaziyetteydim. Ninem, o güngörmüş Osmanlı edası ile sordu:

“Ne yapacaksınız?”

Eşkıya başı, biraz daha bana doğru yaklaşıp “Ana” dedi. “İftarlığımız yok da…”

Ninem bana döndü.

“Ver oğlum sepeti.” İstemeye istemeye verdim. O sıra Fındık havlamaya başladı.

“Bu köpeği de alacağız.” dediler.

Ben “Hayır, olmaz” diye yaygarayı kopardım. Ama niyetleri ciddi idi. Önde duran eşkıya Fındık’a doğru eğilince:

“Fındık, kaç!” diye bağırdım.

Fındık beni anlamış gibi şimşek hızıyla yamaca doğru fırladı. Arkasından da silahlı kişiler var güçleriyle seğirttiler.

Ninem, sulanmış gözlerime aldırmadı. “Yürü çabuk” dedi.

Kasabaya vardığımızda akşam olmak üzereydi.

“Molla kızı Haççana” bu olayı kimseye anlatmadı. Ama ben çocuk aklımla arkadaşlarıma bir güzel duyurdum. Bu yüzden de ninemden yaman azar işittiğimi hatırlıyorum.

Şu millete bakınız. Eşkıyası bile oruçlu.

Ramazan’a ve iftara dair pek güzel hatıralar vardır. Hele Osmanlı devri bu bakımdan pek zengindir. Avrupa’nın buzdolabını bilmediği devirlerde, Osmanlı buz gibi ayran ve meyve suyu içerdi. Paşa konaklarında içilen hoşaflar ise dillere destan idi. Bir Paşa sofrasına iki Frenk davet edilmiş. Yemekten sonra gelen billur kâseler içindeki hoşaflar her yudumda ve her kaşıkta biraz daha soğuyormuş. Misafirler hayretler içinde bakışıp kalmışlar. Meğer, kâselerin kendisi buzdan imiş. Kâse usul usul eridikçe içindeki de ha bire soğurmuş. Rahmetli gazeteci Burhan Felek’ten öğrenmiştim: İkrama ve hayıra alışmış Osmanlı zenginleri aşure ve keşkek kazanlarını öylesine büyük yaptırırlarmış ki, bir seferinde aşçıbaşı kaybolmuş; cesedini ikinci günün sonunda aşure kazanının dibinde bulmuşlar…

Ramazan’ların bizde bir de sosyal cephesi var.

Her iftarda aile fertlerinin bir araya gelişi, şükrün birlikte yapılışı, aynı evdekilerin bir aradalığı, komşular arası yakınlaşma, mahalleler arası kaynaşma, semtler ve köyler arası yardımlaşma Ramazan’ın az sezilen özelliklerinden. Kendini yenilemek, yetimleri yenilemek, dünyanın tadına hep birlikte varıp hayatın barışıklık içinde lezzetine ulaşmak… Nimetlere çıkan yolların külfet patikalarından geçtiğini kavramak…

Demek ki Ramazan bizler için fırsat yüklü kervanlar değerinde. Bu kervanın erlerinden olmak vazifelerin, borçların, eğrisiz mensubiyetlerin en şaşaalısı.

Musa Hoca’ya, Molla kızı Haççana’ya, ahşap minarenin müezzini Veli Hoca’ya Allah gani gani rahmet eyleye.

Yolumu kesen üç eşkıyaya da…

Hoş geldin Ramazan!