TR EN

Dil Seçin

Ara

Gürültüyle Gelenler, Gürültüyle Gidenler

Tüketen uygarlığın bizden alıp götürdükleri arasında sükûnetimiz de var. Dalgaların, rüzgârın, yaprak hışırtılarının, kuşların işitildiği dünya artık uzaklarda kaldı: ya gürültüden önceki çağlarda, yahut uygarlığın henüz ifsad etme şansını yakalayamadığı doğa köşelerinde. Hem şehirlerde yaşayıp, hem de Haşim’i canından bezdiren kuş cıvıltılarını işitibilene ne mutlu!

Gürültü sadece birtakım âlet ve makinelerin çıkardığı sesten ibaret kalsaydı, yine bu kadar ümitsiz bir durumda olmazdık. O takdirde trafiğin ve bir kısım işyerlerinin dışında hayat yine yaşanabilir sınırlar içinde sürüp giderdi. Ve insan, bunaldığı zaman kaçıp kafasını dinleyecek sakin bir köşe bulmakta fazla güçlük çekmezdi. Fakat tüketim uygarlığının şekillendirdiği insan tipi, artık gürültüyü değil, sessizliği düşman olarak görüyor ve karşılaştığı yerde onu hiç vakit geçirmeksizin ortadan kaldırmayı görev biliyor.

Bir piknik yerinde insanların kuş seslerini dinleyerek piknik yaptıklarını en son ne zaman gördüğünü hatırlayan var mı? Öyle bir yerde, yaygıyı serip mangalı kurmadan çok önce yapılması gereken bir şey vardır: ispat-ı vücut etmek. Uygar insan, bunu, radyoyu veya teypi sonuna kadar açarak, sesin ulaşabileceği en uzak köşelere kadar civarda canlı namına ne varsa hepsinin huzurunu kaçırmak suretiyle yapar.

Eğer bir deniz kenarında dalgaların hışırtıyla karaya vurup bir tatlı şırıltıyla geri çekilmesini dinlemek gibi bir lüksünüz varsa, bunu, çevrede hiçbir uygar canlının bulunmadığı bir sırada yapmalısınız. Yoksa böyle bir canlının oraya varır varmaz yapacağı ilk iş, arabasını sahile yanaştırıp camlarını ve teypini sonuna kadar açmak, ondan sonra aşağı inip kutu birasını zıkkımlanarak bir sükûneti nasıl katlettiğini vahşice seyretmektir.

Diskolar veya sözümona “türkü evleri” gibi deprem seviyesinde gürültü üreten terör odaklarını bir yana bırakın, artık en sakin çay bahçelerinde bile sükûneti çağrıştıracak bir ortam bulmak imkânsız hale gelmiş bulunuyor. Hemen hemen her ağacın başına yerleştirilen hoparlörlerle gürültüden nasibini almayan bir karış yer bırakılmamış, arada bir insanın kulağına gelebilecek kuş veya dalga sesi gibi huzur çağrıştırıcı unsurlara, hattâ çoğu zaman, aynı masada sohbet etmeye çabalayan insanların birbirini işitmesine fırsat bırakılmamıştır. Bu tür bir yerde görevlilerden müziği biraz kısmalarını istediğiniz takdirde ne tür bir cevapla karşılaşacağınızı önceden kestiremezsiniz. Bir gürültü mağduru, yıllar önce böyle bir istekte bulunduğu zaman, garsondan “Haklısınız” cevabını almış. “Ama geçen gün bir grup genç geldi; ortalığı sessiz bulunca ‘Burada bir şey yok’ diye çekip gitti.” Bir başka mağdurun aldığı cevap çok daha farklı: “Müzik mi? Hangi müzik?”

 

Bir zamanlar müzik vardı

Hangi müzik? sorusu, aslında bugünlerde cevabı aranmaya değer soruların başında geliyor. Hani müzik, hangi müzik? Sükûnetimizin olduğu günlerde müziğimiz de vardı. Klasik müzik, Türk müziği, Batı müziği, halk müziği, hafif müzik… Bunların hepsinin de melodisi vardı—bir şeyler söyleyen, insan ruhunun derinliklerindeki duygulara can veren, sözlerin anlatamadığını nağmelerle anlatan ve gönüller ve kültürler arasında, çağlar ve toplumlar arasında esrarengiz iletişimler kuran melodiler. Ritim ise, melodiye eşlik eden, ona tâbi olan ve onu ortaya çıkaran bir unsurdu. Lakin şimdi bağırtı ve çağırtıların eşlik ettiği ritim adı altındaki gümbürtü ve patırtılar, müzik niyetine dinleniyor—hayır, dinlenmiyor; ya seyrediliyor veya uyuşturucu yerine kullanılıyor.

Gürültüden en uzak, huzur ve ahenge en yakın olması gereken dinî müzik de bu patırtıdan payını almış bulunuyor. Tüketim ekonomisi burada da bir pazar ortaya çıkardıktan sonra, tekkenin coşkun, ama o nispette de zarif ve ağırbaşlı ritimlerini taklit iddiasındaki çirkin ve âsap bozucu gümbürtü-takırtılarla, arabesk bozması ezgi denemeleri ve eğitimsiz seslerin bağırtı ve çağırtılarıyla piyasayı istila etmekte gecikmedi. Bari bu alanda yapılanlar sadece yeni gürültü parçaları icad etmekten ibaret kalsaydı! Halkın sevdiği, yaygın kültürümüzün bir parçası haline gelmiş eserler de birer birer keşfedildi, kısa yoldan paraya ve şöhrete tahvil edilecek bir metâ olarak değerlendirildi ve acemi müzisyenler tarafından gürültüye çevrilip pazara sunuldu. İnsanlık tarihinin o emsalsiz bestesi Bayram Tekbiri’nin bile bu acımasız ellerde güm-pat, çıs-tak, dum-dum, bom-bomlarla ne hale geldiğini gördükten sonra, insan, tüketim ekonomisinin ve gürültü kültürünün bu âlemde tahrip edemeyeceği maddî ve manevî hiçbir varlığın bulunmadığına bir dahi aşk ile iman getiriyor!

 

Bir bağımlılık daha

Ünlü psikiyatrist Ayhan Songar, insanlarda gürültünün bir bağımlılık haline geldiğini söylerdi. O günden beri bu teşhisi haklı çıkarmak için toplum olarak ne kadar da çok çaba harcadık! Bu arada, sessizliği bir yana bırakın, gürültü düzeyine ulaşmamış sesli ortamlara bile—fazla sessiz olduğu için!—tahammül edemeyen nesillerimiz yetişti. Görünen o ki, gürültü eşiği her kuşakta biraz daha yükseliyor. Egzos-fren-teyp üçlüsüyle yedi mahalleyi gürültüye boğan lüks arabalı ve kıt akıllı şımarık oğlanlar yadırganmaz oldu; şimdi kulaklıklardan sızan gürültü artığı bile çevreye “Ben buradayım” mesajı veriyor. Ayakta, yatakta, arabada, kaldırımda, okurken, konuşurken—hangi halde olursa olsun, neyle meşgul olursa olsun, tüketen insana mutlaka bir gürültünün eşlik etmesi gerekir. Stereo setini avaz avaz bağırtmadan ders çalışamayan gençlerin varlığı, apaçık bir bağımlılıktan haber vermiyor mu?

Gürültülü müzik düşkünlüğünün bilimsel anlamda bir bağımlılık tanımı içine girip girmediğini belirlemek için yapılan araştırmalar da vardır. Boston Northeastern Üniversitesi’nden Mary Florentine ve arkadaşları tarafından 90 kişi üzerinde yürütülen araştırma bunlar arasındadır. Alkol bağımlılığını belirlemede kullanılan 32 soruluk anketin aynen kullanıldığı bu araştırmada, sekiz kişinin gerçekten de bağımlılık belirtileri gösterdiği tespit edilmiştir. Bu belirtiler arasında şiddetli tutku, müzik (!) dinleme alışkanlığını kontrol altında tutamama, zararlı yan etkiler (işitme kaybı gibi), başka faaliyetletin bu alışkanlıktan etkilenmesi, müziksiz kaldığında görülen moral bozukluğu, atalet ve depresyon gibi arazlar bulunmaktadır. Üç yıl süren bu çalışma, problemin, yüksek sesli müziğin uzun süre dinlenmesi ve kişinin hayatı üzerinde egemen hale gelmesiyle ortaya çıktığını göstermiştir. Gürültü bağımlısı, önceleri hoşlandığı müziği yüksek sesle dinlemekte, daha sonra bu ses seviyesi onu tatmin etmemeye başlamakta ve müzik setinin yahut walkmanın sesini daha da fazla açmaya sevk etmektedir. Bu arada, erken yaşta başlayan işitme kaybı da probleme eşlik ederek gürültü eşiğinin gittikçe yükselmesine yardımcı olmaktadır.

İşitme kaybı, modern toplumları ciddi şekilde tehdit eden yaygın bir sorundur ve bunun da başlıca kaynağı gürültüdür. Türkiye için bu konuda ciddi araştırma ve istatistikler bulunmasa da, Amerika’da 30 milyon kişinin işitme kaybından muzdarip olması ve bu vak’aların en az 10 milyonunun gürültüye bağlı olması, bize “küçük Amerika’mız” hakkında bir tahminde bulunma imkânı veriyor. Sağlığımızı tehdit edecek düzeyde gürültü üretmek için toplumumuzun her kesiminde kıyasıya bir yarışın cereyan etmekte olduğunu biliyoruz; ancak rock müziğinin bu konuda eline su dökebilecek bir şey yok gibidir. Yoğun bir trafik, 90 desibel seviyesindeki ses üretimiyle, şehir hayatının en önemli gürültü kaynağı olarak bilinir. Stereo setleri 100 desibelle bu gürültü kaynağını on kat geride bırakmakta ve yarım saatlik bir dinleme seansında beş saatlik trafik gürültüsünün etkisini kulaklara boca etmektedir. 110-120 desibellik ses seviyesiyle bir rock konseri ise, yoğun şehir trafiğinin yüz ile bin katı gürültü üretme kapasitesine sahiptir; yirmi dört saatlik kesintisiz şehir trafiğinden alacağınız gürültü dozunuzu, sadece birkaç dakikalık rock konseriyle karşılayabilirsiniz! (Bu rakamlar logaritmik seyir izlediğinden, 10 desibellik bir fark on misli, 20 desibellik bir fark ise yüz misli bir şiddet farkını ifade etmektedir.)

Gürültü, her seviyeden son derece zengin türleriyle, işitme duyumuzun yanı sıra, başta sinir ve dolaşım sistemlerimiz olmak üzere hemen hemen bütün vücut sistemlerimizi etkiliyor. Farkına varalım veya varmayalım, hiçbirimiz bu zararlardan kendimizi kurtarma şansına sahip değiliz. Bazılarımız zamanla gürültüye alıştığını zannediyorsa da, bunun asıl nedeni, büyük bir olasılıkla, işitme kaybından başka bir şey değildir: İşitme duyusunun bir bölümü tekrar dönmemek üzere kulak sahibini terk ettiği için, kişi, eskisi kadar gürültü duymamaktan dolayı kendisini mutlu hissetmekte, bunu da gürültünün azalmasına yahut kendisinin gürültüye alışmış olmasına bağlamaktadır.

Ne olursa olsun, kimi hangi seviyede etkisi altına alırsa alsın, gürültü konusunda toplumsal bir iptilâ ile karşı karşıya bulunduğumuz bellidir. Her bağımlılığın olduğu gibi, gürültü bağımlılığının da, ne kadar zor olsa, tedavi yöntemlerinin bulunması gerekir. Ama toplumun büyük kesimi bu iptilâyı bir hayat biçimi olarak benimsemiş bulunduğu (veya en azından tepkisiz kalarak böyle bir görüntü verdiği) için, şimdilik “tedavi” aksi yönde uygulanıyor ve geri kalan azınlık ya diğerleri gibi gürültüyle barışmaya ya da sinir ve kalp krizleri gibi nedenlerle bir an önce bu gürültülü dünyayı terk ederek huzura kavuşmaya zorlanıyor. Eğer iptilâ sadece gürültüyle sınırlı kalsaydı, belki sorun çok daha kolay çözülebilirdi. Fakat gürültü iptilâsı, bir buzdağının görünen kısmından başka bir şey değildir. Batı uygarlığının bize tattırdıkları arasında tüketim bağımlılığı, televizyon bağımlılığı gibi daha pek çok iptilâ var ki, bütün bunlar, karmaşık bir iptilâ ağı teşkil ediyor ve iptilâyı bize bir hayat tarzı olarak sunuyor.

 

Gürültünün kurbanları

Biz bu hayat tarzını, hızla gelişen teknolojinin nimetleriyle beraber kazandık. Eriştiğimiz teknolojik gelişmeler ve maddî refah araçları ise gözlerimizi kamaştırdığı için, onları alırken ödediğimiz faturaları görmekte zorlanıyoruz. Ve Batı uygarlığı, karşımızda bir muhteşem başarı olarak beliriyor, kibir ve gururla başımızı döndürüyor. Eğer Batı uygarlığının işletim sisteminde tüketim gibi bir amaç yatmasaydı, teknoloji de muhakkak ki bizi bugünkünden çok daha farklı noktalara eriştirir, ulaştığımız o noktalarda belki biraz övünmeye hakkımız bulunurdu. Ne var ki, şaşaasıyla gözümüzü kamaştıran, kibriyle aklımızı başımızdan alan bu uygarlık, tüketilecek bir metâ olarak görmediği hiçbir şeye değer vermediği için, kaydettiği maddî gelişmeye paralel bir ilerlemeyi kültürel ve manevî alanlarda gösterememiş; tersine, maddî gelişmenin faturasını kültür ve maneviyata ödetmiştir. Teknoloji gelişirken kültürün gerilemesi bu yüzdendir. Nitekim gürültünün yaygınlaştığı ortamlarda sanat geriye çekilmiş, entellektüel faaliyetler duraklamış veya bütünüyle devre dışı kalmış, fikirler ve ruhlar çoraklaşarak yeni bir şey üretemediği gibi, var olan ilim, kültür ve sanat eserlerine ihtiyacını da hissedemez hale gelmiştir. Daha da açık şekilde ifade etmek gerekirse, gürültü, artık bir varlık belirtisi, hattâ yegâne varlık belirtisi haline gelmiştir. Bu illete müptelâ olanlar, gürültü çıkararak var olduklarını ifade edebilmekte, gürültü dinleyerek yaşadıklarını anlayabilmektedirler. Michael Philip Wright’ın ifadesiyle, bu kişiler, “gürültü yokluğunda kendilerini kendi düşünceleriyle, hayalleriyle veya sohbetle oyalayabilecek durumda değillerdir; kulaklarının arasındaki boşluğu gürültüyle doldurmaktadırlar.” Oysa kültürel yönde bir gelişme için, her şeyden önce, gürültünün bastırdığı insanî yeteneklere ihtiyaç vardır. Sessizlikte kendi düşünceleriyle baş başa kalmaktan korkanlardan insanlık tarihi ne bekleyebilir?

Gürültünün bir diğer kurbanı da insanî ilişkilerdir. Huzur ve sükûnu hatırlatan her şeyi savaş nedeni sayan, kendi varlığını ancak kabalık ve gürültüyle ve çevreye rahatsızlık vermek suretiyle dile getirebilen insanlar arasında, medenî insanınkine benzeyen ve insanî değerleri ortaya çıkaran davranışlar ne ölçüde gelişebilir? Bu gürültü arasında kim, hangi yöntemle, hangi eğitimle bu değerleri insanlara aşılayabilir? İleri düzeyde ilişkileri bir yana bırakın, sürekli gürültü altında yaşayan insanlar birbirleriyle en basit seviyedeki bir sohbeti ve bir fikir alışverişini nasıl gerçekleştirebilirler?

Gürültü ve gürültücü insan tipi bize maziden miras kalmamış, yeni ortaya çıkmıştır. Bu insan tipi Doğunu veya Batının irfan meclislerinde yetişmemiştir. Mescidlerde, tekkelerde, zaviyelerde, medreselerde, kiliselerde, havralarda, tapınaklarda da yetişmemiştir. Maneviyatla, kültürle, sanatla, ilim ve fikirle ilişki içinde olan hiçbir yerden bu kadar patırtı çıkmaz. Bu insan tipi, doğrudan doğruya, Batı uygarlığının bir ürünüdür. Bu uygarlık, insana hayatın asıl anlamını ve derinliğini gösterecek ve tüketimden daha başka şeylerle tatmin olmasını sağlayacak kaynakların seslenişini işittirmemek için gürültüyü icad etmiştir. Bir yaprak hışırtısı, bir dalga sesi bile insana böyle bir mesaj ulaştırma potansiyeline sahiptir; onun için bütün bu sesler bastırılmalıdır. Düşünsel faaliyetler insanı tüketimden alıkoyabilir; onun için gürültüye boğulmalıdır. Kültür ve sanat tüketilmez; tüketilmeyenin da gelişmesine izin verilmez. Ancak bir kısım tüketim mallarını sanat olarak nitelendirmekte bir sakınca yoktur; hattâ bu tüketimi teşvik edici bir unsur olarak bile değerlendirilebilir. Müziğin ise kökleri çok sağlam, nüfuzu pek yüksektir; onunla savaşılmaz. Müziği ortadan kaldırmak yerine ifsad etmeyi denemek, tükettirici dehâlara daha çok yakışan bir yol olur. Hattâ müziğin en büyük düşmanı olan gürültüyü müzik etiketi altında satmak da bu dehânın inanılmaz ürünlerinden biridir.

Özetle: Medeniyet hızını almış, gümbür gümbür ilerliyor—teknolojik imkânlar ve maddî refah araçları açısından ileriye, fikir ve kültür açısından da gerilere, eski vahşet dönemlerine doğru.