Bir ayet-i kerimede ‘Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım.’ buyruluyor.
Ayette geçen “ibadet” kelimesine birçok tefsir âlimi “marifet” manasını veriyorlar. Bir hadis-i kutsîde “Ben gizli bir hazine idim, bilinmeyi istedim ve mahlukatı yarattım.” buyrulması da bu tefsire kuvvet veriyor. Buna göre, varlık âlemi Cenab-ı Hakk’ın isimlerine ayna olmak, sıfatlarının kemalini göstermek için yaratılmıştır ve inanan bir insanın bu tecellilere karşı muhabbetle, hayretle, tefekkürle, şükürle mukabele etmesi gerekir. İşte bu ulvî görev, ayet-i kerimede “ibadet” olarak ifade edilmiş bulunuyor. Bunun en ileri ve en mükemmel şekli de namazdır. Bu hakikat Allah Resulünün (asm) “Namaz dinin direğidir.” hadis-i şerifleriyle en veciz ve en güzel şekilde dile getirilmiştir.
Bilindiği gibi, ibadet ikiye ayrılıyor; malî ve bedenî ibadetler. Bedenle yapılan ibadetleri namaz temsil ediyor. Mal ile yapılan ibadetleri ise zekât.
Bu ayetin sadece mealine bakıp tefsirlerini okumayanların aklına şöyle bir soru takılabiliyor:
“Biz dünyaya hiç çalışmayıp sadece ibadet mi edeceğiz?”
Bu soruya Sözler mecmuasından Dördüncü Söz’de şu cevap veriliyor:
“Namaz kılanın diğer mübah dünyevi amelleri güzel bir niyet ile ibadet hükmünü alır.”
Buna göre yeme, içme, uyuma, ticaret yapma gibi işler de ibadet hükmüne geçebiliyor; namazın kılınması şartıyla.
O zaman şöyle düşünmek gerekir:
Bu işler yapılırken de insan Allah’ı hatırlayabilir. O zaman, yaptığı işi güzel bir niyetle yapar. Yemek yiyorsa, aldığı gıdaların bu âlemden süzülmüş birer hülasa, birer ilâhî ihsan olduğunu hatırlayan insanın yemesi de ibadettir. Ticaret yaparken, müşteriyi aldatmaktan korkan, yalan söylediğinde kul hakkına tecavüz etmiş olacağını düşünen, ticaretini helal yollardan yapıp aile fertlerine helal lokma yedirmek isteyen bir insan da bu düşünceleriyle bir nevi ibadet üzeredir. Ve yaptığı işler de ibadet hükmünü alırlar. Böylece, ayetin manası çok daha iyi anlaşılmış olur.
Namaz kılan kişinin dünya zevklerinin tümünü terk edip tamamen ahirete yöneleceği gençlerimize kasıtlı ve sistemli olarak telkin ediliyor ve böylece onlar namazdan alıkonulmak isteniyor. Namaz kılan bir gencin dünya hayatına ‘Bir lokma, bir hırka.’ anlayışıyla bakacağı sinsice vurgulanıyor.
Ben bunları yazarken bazı çevrelerin hac için yaptıkları itirazlar hatırıma geldi. Bizim gençliğimizde çevremizde genç yaşta hacca gitmek isteyenlere karşı çıkılır; biraz yaşlanması gerektiği, bu yaşlarda iken hac ibadetini taşıyamayacağı telkin edilirdi. “Taşımak” denilince “her haliyle olgun ve hürmete layık bir kişilikle topluma görünmesi, bir hacıya yakışır davranışlar sergilemesi” kastedilirdi. Bir genç için bunun zor olduğu sanılırdı.
Bu sözü ilk duyduğumda şu soru hatırıma gelmişti:
“Hac oruçtan daha mı ağır? Bir insan çocukluğundan beri oruç tutuyor, onu taşıyabiliyor da gençliğinde hac ibadetini niçin taşıyamasın?”
“Hacı denilince dünya işlerinden bütünüyle çekilmiş bir tip takdim ediliyor. Sevinçle ifade edeyim ki, şu anda böyle bir telkin artık söz konusu değil. Genç yaşta hacca gidip, döndükten sonra da dünya işlerine başarılı bir şekilde devam eden iş adamlarımız, bürokratlarımız, bilim adamlarımız çoğalınca bu gibi itirazlar da duyulmaz oldu. Halbuki İslâm’da böyle bir anlayışa yer yok. Bir kişi haccın farzlarını yerine getirdi mi hacı olur; isterse yol boyunca ticaret yapsın ve dönüşünde de yine ticaret yaparak evine dönsün.
Namazda da benzer bir durum söz konusu. Cuma namazı için “nida edildiği”, yani ezan okunduğu zaman alışverişi bırakmak gerekiyor. Bu husus ayetle sabittir. Tefsir âlimleri, bu ezanın, ilk ezan değil, imam hutbeye çıkarken içeride okunan ezan olduğunu ifade ederler. Cumada hutbe okunması farzdır ve bu farzın başlamasıyla birlikte dünya işleri de bırakılır; tıpkı namaza durulduğunda yeme ve içmenin terk edilmesi gibi. Bu ikinci ezana kadar insan alışverişini yapabilir. Zaten ayetin devamında, namazdan sonra yeryüzüne dağılmamız ve Allah’ın lütfundan istememiz beyan edilmektedir.
Zevklerin terk edilmesi meselesine gelince, İslâm’da yasaklanan zevkler gayr-i meşru olanlardır. Bunlar namaz kılsın veya kılmasın her Müslümana haramdır. Şu vecize bu tip sorular için güzel bir cevap oluyor:
‘Helal dairesi geniştir, keyfe kâfi gelir, harama girmeye hiç lüzum yoktur.’
Yeme, içme, evlenme, para kazanma, makam sahibi olma, müzik dinleme, seyahat etme gibi insana zevk ve neşe veren ne kadar şey varsa, bunların hepsinin mutlaka meşru şekli de vardır. Ve bunlar, insanın nefsine zevk verdikleri gibi ruhunu da yaralamaz, incitmezler. Meşru olmayan zevkler ise nefsin hoşuna gitse bile, kalbi yaralar, ruha zarar verirler ve vicdanı rencide ederler. Halbuki gerçek zevk, ruh ve kalbin aldıkları manevî lezzetlerdedir.
Gençliğimize bu nokta hiç telkin edilmez. Sadece şehvet ve eğlencelerle nefislerine hitap edilir ve bunun ötesinde bir zevk ve saadet olabileceği hiç hatırlarına getirilmez. Halbuki, beden ruhun hanesidir. Gerçek lezzetler, ulvî hazlar, ruh ile ve kalp ile tadılırlar. Yemenin, içmenin bir zevki olduğu gibi, anlamanın, ilim tahsil etmenin, kul olduğunu bilmenin, Allah’ın rızası için çalışmanın, alçakgönüllü olmanın, başkalarına yardımda bulunmanın da kendilerine has lezzetleri vardır.
Bunlar bedenin organlarıyla değil, ruhun latifeleriyle tadılırlar.
Gerçek zevk ve lezzet de bunlardadır.