YÖK’E GÖRE DARWİNİZMİ SAVUNMAK FARZ!
Sonunda olmaz denen de oldu. Canlılığın Allah tarafından yaratıldığını savunan bir akademisyen, “irtica ve laiklik karşıtlığı” suçlamasıyla üniversiteden atıldı. Suçun gerekçesi, 14 yıl önce yazılan bir kitap. Adı “Yaratılış ve Evrim”. Akademisyen, kitabında darwinizmle çelişen bilimsel verileri anlatıyor ve yaratılış görüşünü savunuyor. Kitabın büyük bölümünde evrim teorisinin bütün detayları bilimsel bir gözle anlatılıyor. Geriye kalan bölümünde ise evrim teorisinin karşıtı olan ve yaratılış konusuna açıklık getirmeye çalışan ‘akıllı dizayn’ ‘sıçramada denge’ gibi teorilere yer veriliyor. Yazar daha sonra kitabında bu teorilerin en önemli dayanakları olarak kâinattan canlı misaller veren Kur’an-ı Kerim’den âyetler ile Erzurumlu İbrahim Hakkı ve Bediüzzaman Said Nursi’nin kitaplarından da alıntı yapıyor.
Konunun YÖK’le ilgili kısmını sonraya bırakarak ‘bilimsel’ tarafına değinelim önce. Aslında yaratılışla ilgili bilgilerin kaynağını din oluşturuyor. Hz. Âdem’den bugüne bu bilgi, daha doğrusu bu hakikat, daima var olageldi. Fakat bilim tarihinin belli bir noktasında yaratılış hakikatine karşı evrim bir teori olarak ortaya atıldı. Ne ki zaman içinde evrim teorisi, bilim sınırlarını aşarak bazı bilim adamlarınca ‘dinî bir inanç’ haline dönüştürüldü. İnsanların çoğunun inandığı gibi yaratılışı Yaratıcıya bağlayan yaratılış hakikatinin aksine, evrim teorisi insanın başlangıcını mevhum bir iddia ile maymuna indirgedi.
Günümüzde gerek dünyada gerekse ülkemizde bazı bilim adamları evrim teorisini savunurken, bazıları yaratılış hakikatini savunuyor. Ama özellikle son yıllarda yaratılış hakikatini savunanlar ciddi bir atağa kalktı. Hem evrim teorisinin yanlışlarını ortaya koyarken hem de yaratılış hakikatiyle ilgili yeni bulgular ortaya koyuyorlar.
Biyoloji bölümünde öğretim üyeliği yapan bir akademisyenin kitabında bu iki bakış açısına da yer vermesinden daha doğal bir şey olamaz, kuşkusuz. Fakat YÖK gibi bilimsel alanı kendi dogmatik düşünce biçimine boyun eğdirmek isteyen bir kurum, akıl almaz bir biçimde bilim adamlarının hangi teoriyi benimseyip hangisini benimseyemeyeceğine karar veriyor. Sanki adındaki ‘Öğretim’ kelimesinin gereğince bilim adamlarına neyi desteklemeleri gerektiğini ‘öğretiyor!’
“Bu kadar da olmaz!” diyorsanız, hemen acele etmeyin. Ortada daha vahim bir durum var. YÖK, akademisyenin kitabında yaratılış hakikatine yer vermesini ‘irticai akımlara destek vermek’ ve ‘öğrencilerine laiklik karşıtı görüşleri empoze etmek’ olarak değerlendirdiğini ifade ediyor.
Bu tavrıyla YÖK üç adımda dünya rekorunu kırıyor. Böyle bir kitap hakkında belki “Bilimsel değeri tartışılabilir” denebilir. Ama bu kitapta yazılanlar ile laiklik arasında doğrudan bir bağ kurmak, ancak YÖK’ün birbiriyle alâkasız mesafelerin arasını uzun adımlarla mantıksızca buluşturabilme ‘kabiliyeti’nde aranmalı.
Mustafa Akyol’un da dediği gibi, YÖK’ün Dumlupınar Üniversitesi öğretim üyelerinden ve dergimiz yazarlarından Prof. Dr. Âdem Tatlı hakkında verdiği karar, ortaçağda görülen düşünce despotizmini aratmıyor.
Acaba YÖK ‘Dünya dönüyor’ diye Galileo’yu yargılayan engizisyon mahkemesi gibi, ‘Dünya yaratıldı’ diyen Prof. Tatlı’yı yargıladığının farkında mı?
***
“Karşınızdakini dinliyor musunuz, yoksa konuşmak için sıra mı bekliyorsunuz?”
— Richard Wilkins “İletişim özürlülük nedir?” sorusuna cevap veriyor galiba.
***
KIRILAN DA VİNCİ ŞİFRESİ Mİ?
Bir süredir Da Vinci şifresi ortalığı kasıp kavuruyor. Çok satan romanından sonra şimdi de filmi gösterime girdi. Hristiyan dünyası filmi ne kadar aforoz etse de, insanların filme olan ilgisini kırmayı başaramadı.
“Da Vinci şifresinde Hristiyanları bu kadar rahatsız eden şey ne?” diye akla gelen sorunun cevabı, filmin omurgasının Hz. İsa’nın bir beşer olduğu sırrının yüzyıllardır saklandığı iddiası üzerine oturuyor olması.
Milyonlarca insanın özellikle film yoluyla böyle bir ifadeyle yüz yüze gelmesi, doğrusu Bediüzzaman’ın yıllar önce Hristiyanlıkla ilgili yaptığı bir tespiti hatırlatıyor. Seneler önce yaptığı tespitinde o Hristiyanlığın birkaç defa yırtıldığını, Protestanlığa geldiğini, Protestanlığın da yırtıldığını ve tevhide yaklaştığını ifade ediyordu. Yine yırtılacağını ve İslâm hakikatine teslim olacağını belirtiyordu.
Bir film yoluyla da olsa pek çok Hristiyanın inanageldiğinin tersine Hz. İsa’nın bir beşer olduğu fikriyle yüz yüze gelmesi, belki de böylesi bir gelişmenin ayak sesleri olabilir.
Kırılan galiba Da Vinci şifresi değil, Hristiyanlığın tahrifata uğramış olan kısmı!
***
“Allah bir kapıyı açmadan bir kapıyı kapamaz.”
— Bu sözün anonim versiyonu “Allah bir kapıyı kapadıysa başka bir kapıyı açar” şeklindedir. Hâfız-ı Şirâzî ise kapının ancak başka bir kapı açıldıktan sonra kapandığını belirtiyor; ki bu Allah'ın engin şefkatine daha muvafık düşüyor.
***
HOLLANDALI FİZİKÇİ: “KADERİ KANITLADIM!”
Geçen ay içinde Hollandalı fizikçi Gerard Hooft, atom parçacığının yönünü ve hızını 43 saniye önceden gören bir model geliştirdiğini iddia ederek, kaderin varlığını bilimsel olarak ispatladığını savundu. Bilim dünyasına bomba gibi düşen haber, bu konudaki yerleşik kanaatleri alt üst etti.
Bilim adamları 1926’da kuantum fizikçisi Werner Heisenberg ‘belirsizlik ilkesi’ni ortaya attığından beri ‘özgür irade’nin bilim alanında ‘kader’ düşüncesine büyük bir darbe indirdiğini düşünüyorlardı. Heisenberg’e göre “Evrendeki bir atomun yerini ve hareketliliğini aynı anda bilmek imkânsız” idi. Bu özetle şu anlama geliyordu: “Eğer aynı anda bir atomun konumu ve hareketleri ölçülemiyorsa, bu atomun gelecekte nerede olacağı ve nasıl hareket edeceği bilinemez.” Yani Heisenberg’e göre atomlardan oluşan kâinattaki nesnelerin hareketleri önceden belli değilse, o zaman kader kavramı da bilimsel verilerle açıklanamaz. Ancak Nobel ödüllü Gerard Hooft’un geçtiğimiz günlerde sonuçlandırdığı 10 yıllık araştırma, kader kavramına karşı çıkan bilim adamlarının dayanak gösterdiği teoriyi çürüttü.
New Scientist dergisine kapak olan araştırma kapsamında Profesör Gerard Hooft, “Bir parçacığın nerede ve ne hızla hareket ettiğini” aynı anda tespit etme olanağı sağlayan bir model geliştirdi. Hooft, bir atomun 43 saniye sonra nasıl hareket edeceğini önceden bilme kapasitesine ulaştı.
Princeton Üniversitesi’nde görev yapan Conway bu yeni gelişmeyi şöyle yorumluyor: “Eğer Hooft gibi bir insan atomun konumu ve hareketini aynı anda tespit edebiliyorsa, üstün bir zekaya sahip olan bir varlık evrendeki tüm parçacıkların etkileşimini takip edebilir. Bir başka deyişle, özgür irademizle yaptığımız seçimlerin belirsizliğinin ardında belirleyici bir düzen vardır.”
Simon Kochen ise konuyu daha basit terimlerle şu şekilde izah ediyor: “Önünüze bir dilim çikolatalı, bir dilim çilekli kek getirildiğini düşünün. Çikolatalı keki yemeye başladığınızda, bunun kendi seçiminiz olduğunu düşünüyorsunuz. Oysa ki çikolatalıyı yiyeceğiniz zaten belliydi. Biz özgür olduğumuzu düşünüyoruz. Eğer Hooft'un modeli hatalı değilse özgürlüğümüz sınırlı bir ilüzyondan ibaret olabilir.”
Bütün bunlardan sonra yine de bilim dünyasındaki bu tür gelişmelere temkinle yaklaşılmasının daha doğru olduğunu kabul etmek lâzım. Yeni bilimsel bulguları imanımızı takviye için istihdam etmeli, ama imanımızı tamamen de bilimsel bulgulara teslim etmemeliyiz. Aksi takdirde, yarın birgün kaderin olmadığını ispatladığını ifade eden başka bir bilimsel iddiayla karşı karşıya geldiğimizde tavır almakta zorluk yaşayabiliriz.
***
ÖNCE AHLÂK, SONRA TEKNOLOJİ!
Geçen yüzyılın başından beri şu teknoloji problemi hâlâ çözülemedi. İnsanlar teknolojiyi zihinlerinde belli bir yere oturtamadıkları gibi, ona karşı nasıl bir tavır geliştireceklerini de bir türlü netleştiremediler.
Meselâ yıllar yılı teknoloji ile ahlâk arasındaki ilişki tartışıldı durdu. Kimi, teknolojinin kendi ‘ahlâk’ından bahsetti; ona karşı duramayacağımızı, ona boyun eğmemiz gerektiğini söyledi. Kimi bu görüşe itiraz etti, ama teknoloji ile insanın nasıl bir etkileşim kurması gerektiği hususunda ikna edici bir görüş ortaya koyamadı. Koyanların sesi de cılız kaldı.
Bu arada teknoloji üretenler, maksimum kâr politikasıyla her yeni gün hayatı başka bir teknoloji ürünüyle donattılar. Öyle ki, teknoloji üzerine doğru dürüst düşünemeden, etrafımız teknoloji ürünleriyle doldu taştı. Modern çağda insanın içine düştüğü krizde, hiç kuşkusuz ahlâkı çok da dikkate almayan bu teknoloji ürünlerinin payı büyük.
Aslında bir süreliğine gözlerimizi kapatıp tefekkür dünyamıza kulak versek, meselenin çok da karmaşık olmadığını görebiliriz. Ve diyebiliriz ki, teknoloji hiçbir zaman insanî değerlerin ve ahlâkın önüne geçemez, geçmemeli. Nükleer fizyon bilgisiyle bir bomba yapılabileceği gibi enerji de üretilebiliyor oluşu, bize bir fikir veriyor aslında. Nasıl ahlâkî dayanakları olmayan bir bilgi insanlığı yok edici bir kaosa sebep olabiliyorsa, ahlâkî temelleri olmayan bir teknoloji de insanlığı benzer bir kaosa sürükleyebilir.
Aynı zamanda oyun yazarı olan eski Çek cumhurbaşkanlarından Vaclav Havel ‘Öncelikli Şeyler’ (First Things) adlı makalesinde bu konuda çarpıcı bir yorumda bulunuyor. Şimdi o yoruma kulak verelim:
“Biz insanlar neden teknolojiyi ahlâkın önüne geçiririz, bir türlü anlamıyorum. Burada asıl soru, hangi âletleri kullandığımız değil, bir insan olarak hayatımızı nasıl yaşayacağımız ve düzene koyacağımızdır. Ki bu da doğrudan doğruya ahlâkla ilgili bir şeydir!”
***
İNTERNET BAĞIMLILIĞI ALARM VERİYOR
Dünya son 10-15 yılda internet bağımlılığı adlı yeni bir hastalıkla tanıştı. Bu hastalığın en önemli belirtisi, bilgisayar başında saatlerce zaman geçirmek ve sosyal hayattan uzaklaşmak.
Uzmanlar milyonlarca kişinin bilgisayar başında geçirdiği uzun saatler yüzünden ruhsal ve fiziksel yönden rahatsızlanmaya başladıklarını belirtiyorlar.
Bu bağımlılığa yakalananlarda endişe, titreme, terleme, huzursuzluk ve paranoid yoksunluk belirtileri görülebiliyor. Eğer siz de, bilgisayarı ve interneti düşünmeden duramıyorsanız, insanlarla iletişim kurmakta zorlanmaya başladıysanız, sırtınız sürekli ağrımaya başladıysa, son zamanlarda kilo aldıysanız, internete girmediğinizde kendinizi huzursuz hissediyorsanız, internet faturanız her zamankinden daha yüksek gelmeye başladıysa, internet bağımlısı olup olmadığınız konusunda şüphelenmeniz için yeterli gerekçeniz var demektir.
İnternet bağımlılığının üstesinden gelmek için araştırma yapan Dr. Kimberly S. Young’a göre internet tıpkı kumar gibi bağımlılık yapan bir şey. Sağlık sorunları ve uykusuzluğun yanı sıra depresif eğilimlere yol açıyor. Kişi bilgisayar ekranının başından uzak duramıyor. Yine Young’un tespitlerine göre, dünyada 1,8 milyon çocuk ya da genç, gözleri bilgisayar ekranına kilitli, elleri farenin üzerinde sohbet ya da oyun odalarında tutsak.
Dr. Young’un bu bulguları, dikkatleri bu bağımlılıktan asıl korunması gereken çocuklara çekiyor. Gerçekten de çocukların çevrimiçi ortamda geçirdikleri zaman çoğu ebeveyn için sorun teşkil edebilir. Anne babalar çocuklarının internette ödev veya araştırma yaptığını düşünürken, onlar arkadaşlarıyla anlık ileti gönderip alarak, çevrimiçi oyunlar oynayarak ve sohbet odalarında yabancılarla konuşarak saatler geçiriyor olabilirler.
Çocuğunuzun bu bağımlılığa yakalanmasını istemiyorsanız, onun çevrimiçi ve çevrimdışı geçirdiği zamanı dengelemelisiniz. Tabii, kendinizin de!
***
“Aşk benim için bir çaba, bir ödün, sürmenaj.
Ama Allah’ı sevmek öyle zor gelmiyor.
Çünkü Allah'ı sevmek demek, ortaya çıkmak, gitmek, gelmek, dinlenmek ve tüm bu işleri yaparken Allah’ın üstümüzdeki sevgisini duymak demek.”
— Ancak Rainer Maria Rilke gibi büyük bir şair hem Allah sevgisinin aşka üstünlüğünün şuurunda olup, hem de bunu zerafetle ifade edebilirdi.