Bilim için sanılandan farklı bir şeydir boşluk. Kuantum kuramı, boşluğun boşluk olmadığını kabul eder meselâ. Bu kurama göre, boş sanılan uzay bir “etkinlikler bölgesi”dir aslında. Alanlar vardır, titreşir, dalgalanır. Boşluğun bu dalgalanmaları enerji demektir. “Mutlak Sıfır” enerjisinin var olabileceğini, Heisenberg’in ünlü belirsizlik ilkesi öngörmüştü. Richart Feynman ve John Wheeler bir elektrik ampulünün içindeki boşluğu incelemiş ve böyle bir boşluk enerjisinin gezegenimizin tüm okyanuslarını kaynatıp buharlaştırabilecek bir güce sahip olduğunu göstermişlerdir. “Boşluğun kuantumlaşması” ile “genel görecelik” arasındaki ilişki de ünlü Fizikçi Paul Davies ve Stephen Fulling tarafından yapılan bir deneyle gösterildi. Boşluktaki bir ayna titreştirilip foton ışıması oluşturuldu.
Tüm bu gelişmelere rağmen, “boşluk enerjisi”nin tam olarak ne olduğu fizik bilimi içinde anlaşılmış değildir henüz. Bu yüzden de sanayide kullanılabilecek türden bir enerji biçimi haline gelemedi. Bu konuda hâlâ bilinmeyen noktalar var. Örneğin, bizler durgun potansiyel suyu alıp yukarıdan aşağıya doğru akıtarak onu kinetik enerji şekline dönüştürebiliyoruz. Böylece elektrik elde edebiliyoruz. Ama altında bir enerji fazı ve düzlemi bulunmadığı için, boşluk enerjisini akıtamıyoruz, dolayısıyla bu enerjiden şimdilik elektrik üretilemiyor. Bu durum, koca bir okyanusun içinde yaşayıp da çevreyi oluşturan dev enerji ortamından faydalanamamaya benziyor.
Boşluğun anlaşılmasında karşılaşılan problemi çözme adına atılan adımlardan biri, “süper sicim teorisi”dir. Sicimler öyle bir küçüklüğü ifade ediyor ki, atom bir gezegenin yanında ne kadar kalıyorsa, sicim de bir atomun yanında o kadar kalıyor. 10 üzeri 33 santimetre (Planck sabiti)[1] çapındaki süper sicimler bütün maddenin temelini oluşturuyor. Yıldızlar arasındaki sözde boşluk da dahil, her şey onlardan oluşuyor. Onlardan daha küçük bir cisim yok. “Onlar olmasaydı hiçbir şey olamazdı.” diyor Green. “Ne zaman, ne uzay, ne de madde olurdu. Yıldızlar ve gezegenler de olmazdı. Evren diye bir şey olmazdı.”
Süper Sicim Teorisi
Süper sicim teorisine göre bütün parçacıklar ve kuvvet taşıyıcıları (elektronlar, kuarklar, fotonlar, gravitonlar, vs) Planck sabiti çapındaki boyutlara sahip sicimlerden oluşur. Uçları halka şeklinde açık veya kapalı olabilen bu sicimlerin farklı titreşim şekilleri söz konusudur. Teorinin en cazip yönü, dört temel kuvveti ve onlarca temel parçacığı basit bir sicimin titreşimleri ve hareketleri cinsinden ifade edebilmesidir. Fizikle ilgili olanlar, bunun ne kadar büyük bir kolaylık olduğunu bilir.
Teorinin en sıra dışı özelliği, sicimlerin titreşim ve salınımlarını ifade edebilmek için tam 10 boyuta ihtiyaç duyulmasıdır. Zaman için bir ve uzay için dokuz boyutta hareket eden bu cisimler, dört boyutlu uzay zamanımızda noktasal parçacıkları ve bu parçacıklar arasındaki etkileşimleri oluşturmaktadır. Gözlemleyebildiğimiz dört boyutun dışında kalan boyutların kendi üzerine kıvrıldığı ve çok ufak kaldıkları için fark edilmedikleri düşünülmektedir.
Süper sicimler seviyesinde inanılmaz bir kargaşa, bir yuvarlanma ve köpürme ve sürekli bir değişim var. Austin Texas Üniversitesi’nden John Wheeler şunları söylüyor: “Uzay, üzerinden uçan pilota dümdüz görünen ama içine düşen bahtsız kelebek için feci bir keşmekeş olan bir okyanusa benziyor. Daha yakından bakıldıkça daha fazla hareketlilik gösteriyor, yapının içine girildiğindeyse her yer sicimler ve deliklerden oluşuyor.”[2]
Einstein’in genel görelilik kuramı da, bu köpüğümsü özelliğin bütün uzayda bulunmasını zorunlu kılıyor. Sicim teorisi ile daha bir anlam kazanmaya başlayan teori ise, “Her Şeyin Teorisi”. Kâinattaki tüm parçacıkları ve etkileşimleri bir çatı altında toplayacak Her Şeyin Teorisi (Theory of Everything), Einstein’dan beri tüm fizikçilerin en büyük hayalini oluşturuyor aslında. Çünkü maddeyi, vakumu ve evrenin başlangıcını daha iyi anlayabilmek için fizik dünyası öteden beri böylesi kuşatıcı bir çatı teoriye ihtiyaç duyuyor. İşte Süper Sicim Teorisi, dev fizik problemlerini izah yeteneğiyle bu konuda ümit veriyor.
Günümüzde hareketleri belli bir uzay zaman çatısı altında yaklaşımlarla formüllendirilmeye çalışılan sicim teorisi sağlam bir zemine oturtulabilirse, “uzay zaman”ın ne olduğu ve nasıl ortaya çıktığı, dolayısıyla “uzayın dokusu”, “esir maddesi”nin yapı ve mahiyeti hakkında daha doyurucu bilgilere ulaşabileceğiz.
Süper sicim teorisi sadece esir konusunda değil, kâinatın yaratılış sırlarını da izah etmeye aday. Mevcut fizik teorilerine göre, kâinat “yalancı vakum”dan “gerçek vakum“ durumuna bir kuantum sıçramasıyla yaratıldı. Astrofizikçiler yaptıkları hesaplamalarla kâinatın toplam enerjisinin yaklaşık sıfır olduğu iddiasında. Bu gayet makul bir iddia. Çünkü gerçekten de kütle ve hareket enerjilerinden meydana gelen pozitif enerjinin, çekim gücünün oluşturduğu negatif enerji ile hemen hemen aynı büyüklüğü göstermesi gerekir. Bu keşfin ilginç bir yanı da, muazzam genişlikteki kâinatın “yoktan var edildiğini” farklı bir yönden ispat etmesidir.
Nursî ve Elmalılı’nın Esir Yorumu
Batılı fizikçilerin dışında esir maddesi hakkında bizim kaynaklarımızda da ciddi bilgilere rastlamak mümkün. Örneğin, Said Nursî Hud Suresi yedinci ayetinde geçen “Arş su üzerindeyken...” ifadesini yorumlarken, bu ifadenin esir maddesine işaret ettiğini, esir maddesinin yaratılış silsilesinin ilk adımını teşkil ettiğini ve sonra atom altı taneciklerin (cevahir-i ferd) yaratıldığını belirtir. Bu yoruma göre, Cenab-ı Hakk’ın arşı, su hükmünde olan esir maddesi üzerinde yer almaktadır. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sani’in ilk icadlarının tecellîsine merkez olmuştur.[3] Gerçekten de esiri anlayabilmemiz için en güzel benzetme, akıcılığı ve her yere nüfuz kabiliyetidir. Bu kabiliyet, canlılığın oluşum ve idamesindeki hayati görevleri son derece anlaşılır kılmaktadır.
Şu halde, ruh ve enerji bedenimizle bizim esir deryası içinde yüzdüğümüzü söyleyebiliriz. Hayat enerjimizi esir deryası içinden alıyoruz, ama denizdeki balıklar gibi o deryadan bir haberimiz yok.
Esir maddesinin varlığı ve mahiyetiyle ilgili bir başka bilgiyi de, Yasin Sûresi otuz altıncı ayetten elde ediyoruz. Bu ayette geçen “Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzüp gitmektedir.” ifadesi, güneş, ay ve dünyayla beraber milyarlarca gökcisminin uzay boşluğunda belli bir yörüngede yüzüp gittiklerini anlatıyor. Buradaki “yüzme” kelimesini, yüzmenin bir boşlukta değil ancak bir madde içinde olabileceğini düşünürsek, ayette uzay boşluğunun bir denize benzetildiğini görebiliriz. Elmalılı Hamdi Yazır da yine “Arş su üzerindeyken...” ayetinin tefsirinin bir manasını, “Bunlar arşın her şeyi kaplayan bir cisim olması anlamıyla ilgilidir.” şeklinde ifade eder. Bu yorumda da esir ve esirin özelliklerine dolaylı yoldan bir açıklama dikkati çekmektedir.
Bu bilgilerden yola çıkarak şunu söylememiz mümkün: Bilim tarihi içinde esirle ilgili teorilerin değişiklik göstermesine karşın, yine de bu teorilerden bağımsız bir gerçekliği var esir maddesinin. O da esir maddesinin bir yayılma ortamı olmasıdır. Bunun doğru anlaşılması, pek çok şeyin de anlaşılmasına katkı sağlayabilir. Örneğin, dua, hamd, tesbih gibi ibadetlerden hasıl olan neticelerin yayılma ortamı, kulu Allah ile buluşturan alan olabilir esir. En uzağın en yakın hale geldiği, bir şeyin her şeyle münasebet kazandığı bir esir ortamı, hem Yaratan’ın birliğine hem de her şeyle bizzat ilgilendiğine delil olabilir. Yine, tüm evren katlarının ondan yapılandığı ve ondan hayat ve enerji aldığı bir esir ortamı, kâinatın âdeta “ruhu” hükmündeki işleviyle de, kayyumiyet sırrının açıklayıcısı olabilir.
Evren Katları ve Esir
Nursî, fizik ötesi kanunların yürürlükte olduğu metafizik âlemlerin muhtelif tabakalara ayrıldığını ifade eder. Ona göre, bu evren katlarının her birinin kendine has kanunları vardır ve o kanunlar sayesinde yedi farklı uzay-mekânın birbirinden farklı işleyiş mekanizmaları oluşmuştur.[4] Esir de, işte bu âlemlerin ortam ve alanına tekabül etmektedir.
Esirin her bir âlemin dokusunu teşkil etmesi ve yedi âlemin ayrı ayrı hüküm ve kaidelerine göre yapılanması ise Nursî’de şu şekilde ifadesini bulur: “Esir kalmakla beraber sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasıl ki; buhar, su, buz, gibi havaî, maî, camid üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i Esiriyye’den dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olamaz.”[5]
Bediüzzaman’ın esir ile ilgili bu açıklamalarını şu ayetler de desteklemektedir: “Gök ve yer ve içindekiler O’nu tesbih eder”, “... Sonra iradesini semâya yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti; O her şeyi bilir.” (Bakara, 29). Yine, Peygamberimizin “Semâ emvacı karardide olmuş bir denizdir.” hadisi de, esirle ilgili izahlara katkı yapmaktadır.
Peki, tüm bu bilgileri süper sicim teorisiyle birlikte ele aldığımızda karşımıza nasıl bir tablo çıkmaktadır?
Başta da belirttiğimiz gibi, süper sicim teorisi varlıkta on boyut olduğunu kabul eder. Bu boyutlar bizim bildiğimiz dört boyut (en, boy, uzunluk ve zaman) ile bunların dışında var olan altı boyuttur. Kur’ânî kaynaklarla beraber Nursî’nin yorumları ışığında baktığımızda, acaba bizim yaşadığımız âlemi oluşturan dört boyutun dışındaki altı boyutun, yedi katlı semavâtın kalan altı katına işaret ettiği düşünülebilir mi? Çünkü aklen böyle bir sonuç, gayet makul görünüyor.
Böyle baktığımızda, ilk dört boyut, şu an yaşadığımız fizik dünyayı veya birinci kat semayı; geriye kalan altı boyut ise altı kat semayı, bilim diliyle söylersek, paralel evrenleri oluşturmaktadır. Bu paralel evrenlerin dinî literatürdeki karşılığı ise, gayb ve ahiret âlemleridir.
Son bir iki cümle
Tüm bu bilgi ve düşüncelerden sonra, esir maddesi hakkında herhalde şunları söylemek doğru olur:
Âlemde İlâhî lütuf, güzellik ve hayırlar sergileniyor. Mahlukat da bu sergiye dua, tesbih, hamd ve ibadetle karşılıkta bulunuyor. Aynı zamanda bu varlıklardan her biri ilâhî isimlerin güzelliklerini, kozmik sırları kendi üzerinde sergiliyor, âdeta haykırıyor. İşte bu varlıkların hamdlerini, senalarını arş-ı azam yönüne sevk etmek için bir ortama ihtiyaç var ki, bu da esir ortamı olsa gerektir. Nasıl ki hava âleminin maddi cephesi atmosfere tekabül ediyorsa, manevi cephesinin de (ışın, çekim ve elektromanyetik dalgaların yanı sıra ışık ötesi dalgaları nakleden) esire karşılık geldiğini öngörmekte hiçbir beis yok kanaatimizce.
Ancak burada bir hataya da düşmeyelim: Bu harika faaliyetlere vesile olan gerek esir maddesi, gerekse hava zerresi son tahlilde bir sebepten öteye gidemezler. Bu icraatların asıl sahibi, kâinatı esir vasıtasıyla bir bütün haline getirip en uzağı en yakın eden, bununla evren çapında birliğini açıkça gösteren âlemlerin Rabbidir. Boyutların ve uzayların gerçek sahibi O’dur. Yoksa, esir maddesine her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir ihtiyar ve iktidar atfetmek, esir maddesinin zerreleri adedince yanlış bir çıkarım olacaktır.
Dipnotlar:
[1] Planck ölçeği, genel görelilik ve kuantum mekaniğinin aynı anda geçerli olması beklenen, ancak erişilemeyecek kadar küçük bir uzunluklar ve zaman aralıklarıdır. Kuantum köpüğü denen uzay-zamanın kendi başına eğrilen çizgileri Weyl tensörü denen bir nicelikle ifade edilir. Uzay-zamanın eğriliği iki şekilde ele alınır: Birincisi, uzay-zamanda maddenin varlığından, diğeri Alman matematikçi Herman Weyl tarafından ortaya konduğu gibi maddenin yokluğunda bile ortaya çıkabilir. Bu eğimi tanımlayan niceliğe Weyl tensörü denir. Örneğin kütleçekim dalgaları da boş uzayda kendi başına salınarak eğrilikler oluşturur. Bu eğriliği Weyl tensörü ile tanımlanır.
[2] http://www.pbs.org/wgbh/nova/elegant/everything.html adresinde sicimlerle ilgili ayrıntılı bilgilere ulaşılabilir.
[3] Bkz: İşarat-ül İ’caz
[4] Bu yargıları, Nursî’nin şu ifadelerinden çıkarsayabiliriz: “Madem Âlem-i Ulvide muhtelif teşkilat var, muhtelif vaziyetlerde görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşe’leri olan semâvât, muhteliftir. İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi mânevî vücutlar var... Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyattan başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar her bir âlemin birer semâsı vardır.”
[5] Bkz: Lemalar, s.67