TR EN

Dil Seçin

Ara

Uzay Boşluğu mu, Esir Denizi mi?

Esir konusu değişik adları ile felsefe tarihinde yer aldı. Heyula, adı konulmamış esir maddesi arayışı olarak yorumlanabilir. Bir kısım felsefeciler Allah’ın bazı sıfatları ve yetkinliğini ‘heyulâya’ vermiş ve  maddeye ezeliyet nispet etmişlerdi. Bu anlayışla, günümüzdeki atom ve maddeye ezeliyet veren fikir ve tabiatperestlik anlayışı arasında benzerlik kurulabilir.

Felsefe konuları ile de ilgilenen Kelâm âlimleri, kâinatın ezelî olduğu fikrine ve buna bağlı olarak Allah’ın varlığı ile ilgili sıfatların yetkinliğini tartışmalı hale getiren materyalist felsefecilerin heyula anlayışına karşı çıkmışlardır. Sadece Aristocu anlayışı değil bu anlayıştaki heyulâ teorisini İslâm akaidine aykırı bulmuşlardır.

Bununla birlikte İslam kelam ve akaid alimlerinin heyulâ üzerine farklı yorum ve açıklamalarına rastlıyoruz. İbn Rüşd’ün, El Kindî’nin, Fârâbî’nin, İbn Sinâ’nın, Kaşânî’nin, Mâturidî’nin, Abdülkahir el Bağdâdî’nin, Gazzâlî’nin, Fahreddin Râzî’nin, Seyyid Şerif Cürcânî’nin ve daha birçok İslâm filozofunun ‘Heyulâ’ hakkındaki tefekkür ve mütâlâaları vardır. Bu izahlarda maddenin aslî unsuru ve cevheri anlamları vardır.

Ünlü mutasavvıf Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ ve onun ekolünde heyulâ kavramı önemli bir yer tutar. Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi’nde ilgili maddede bu konuda geniş bilgi vardır. İbnü’l-Arabî’nin çeşitli eserlerinde ‘taayyün’ etmiş yani belirli bir mevcudiyet kazanmış cisim yanında taayyün etmemiş, ilk madde yahut sûretlerin mahalli olan karanlık cevher anlamında “hebâ” terimi kullanılır. Yine İbnü’l-Arabî’nin “tabiat ve âlemin cevheri” anlamında kullandığı “en-nefesü’r-rahmânî” tabiriyle “heyulânî cevher” arasında paralellikler olduğu anlaşılmaktadır.[1]

 

Nursî ve Elmalılı’nın Esir Yorumu

Said Nursî Hud Suresi yedinci ayetinde geçen “Arş su üzerindeyken…” ifadesini yorumlarken, bu ifadenin esir maddesine işaret ettiğini, esir maddesinin yaratılış silsilesinin ilk adımını teşkil ettiğini ve sonra atom altı taneciklerin (cevahir-i ferd) yaratıldığını belirtir. Bu yoruma göre, Cenab-ı Hakk’ın arşı, su hükmünde olan esir maddesi üzerinde yer almaktadır. Esir maddesi yaratıldıktan sonra, Sani’in ilk icadlarının tecellîsine merkez olmuştur.[2] Gerçekten de esiri anlayabilmemiz için en güzel benzetme, akıcılığı ve her yere nüfuz kabiliyetidir. Bu kabiliyet, canlılığın yaratılması ve idamesindeki hayati görevleri son derece anlaşılır kılmaktadır.

Şu halde, ruh ve enerji bedenimizle bizim esir deryası içinde yüzdüğümüzü söyleyebiliriz. Hayat enerjimizi esir deryası içinden alıyoruz, ama denizdeki balıklar gibi o deryadan haberimiz yok.

Esir maddesinin varlığı ve mahiyetiyle ilgili bir başka bilgiyi de, Yasin sûresi otuz altıncı ayetten alıyoruz. Bu ayette geçen “Hepsi bir felekte (yörüngede) yüzüp gitmektedir,” ifadesi, güneş, ay ve dünya ile beraber milyarlarca gökcisminin uzayda belli bir yörüngede yüzüp gittiklerini anlatıyor. Buradaki “yüzme” kelimesini, yüzmenin bir boşlukta değil ancak bir madde içinde olabileceğini düşünürsek, ayette uzay boşluğunun bir denize benzetildiğini görebiliriz. Elmalılı Hamdi Yazır da yine “Arş su üzerindeyken…” ayetinin tefsirinin bir manasını, “Bunlar arşın her şeyi kaplayan bir cisim olması anlamıyla ilgilidir” şeklinde ifade eder. Bu yorumda da esir ve esirin özelliklerine dolaylı yoldan bir açıklama dikkati çekmektedir.

Bu bilgilerden yola çıkarak şunu söylememiz mümkün: Bilim tarihi içinde esirle ilgili teorilerin değişiklik göstermesine karşın, yine de bu teorilerden bağımsız bir gerçekliği var esir maddesinin. O da esir maddesinin bir yayılma ortamı olmasıdır. Bunun doğru anlaşılması, pek çok şeyin de anlaşılmasına katkı sağlayabilir. Örneğin, dua, hamd, tesbih gibi ibadetlerden hasıl olan neticelerin yayılma ortamı, kulu Allah ile buluşturan alan olabilir esir. En uzağın en yakın hale geldiği, bir şeyin her şeyle münasebet kazandığı bir esir ortamı, hem Yaratan’ın birliğine hem de her şeyle bizzat ilgilendiğine delil olabilir. Yine, tüm evren katlarının ondan yapılandığı ve ondan hayat ve enerji aldığı bir esir ortamı, kâinatın âdeta “ruhu” hükmündeki işleviyle de, kayyumiyet sırrının açıklayıcısı olabilir.

 

Evren Katları ve Esir

Nursî, fizik ötesi kanunların yürürlükte olduğu metafizik âlemlerin muhtelif tabakalara ayrıldığını ifade eder. Ona göre, bu evren katlarının her birinin kendine has kanunları vardır ve o kanunlar sayesinde yedi farklı uzay-mekânın birbirinden farklı işleyiş mekanizmaları takdir edilmiştir.[3] Esir de, işte bu âlemlerin ortam ve alanına tekabül etmektedir.

Esirin her bir âlemin dokusunu teşkil etmesi ve yedi âlemin ayrı ayrı hüküm ve kaidelerine göre yapılanması ise Nursî’de şu şekilde ifadesini bulur: “Esir kalmakla beraber sair maddeler gibi muhtelif teşekkülatta ve ayrı ayrı suretlerde bulunduğu tecrübeten sabittir. Evet nasıl ki; buhar, su, buz, gibi havaî, maî, camid (gaz, sıvı, katı) üç nevi eşya aynı maddeden oluyor. Öyle de: Madde-i Esiriyye’den dahi yedi nevi tabakat olmasına hiçbir mani-i aklî olmadığı gibi, hiçbir itiraza medar olamaz.”[4]

Bediüzzaman’ın esir ile ilgili bu açıklamalarını şu ayetler de desteklemektedir: “Gök ve yer ve içindekiler Onu tesbih eder,” “...Sonra iradesini semâya yöneltti ve gökleri yedi tabaka olarak tanzim etti; O her şeyi bilir.” (Bakara, 29) Yine, Peygamberimizin “Semâ emvacı karardide olmuş bir denizdir” hadisi de, esirle ilgili izahlara katkı yapmaktadır.

 

Modern Bilimde Boşluk ve Esir

Kuantum kuramı, boşluğun boşluk olmadığını kabul eder. Bu kurama göre, boş sanılan uzay bir “etkinlikler bölgesi”dir aslında. Alanlar vardır, titreşir, dalgalanır. Boşluğun bu dalgalanmaları enerji demektir. “Mutlak Sıfır” enerjisinin var olabileceğini, Heisenberg’in ünlü belirsizlik ilkesi öngörmüştü. “Boşluğun kuantumlaşması” ile “genel görecelik” arasındaki ilişki de ünlü Fizikçi Paul Davies ve Stephen Fulling tarafından yapılan bir deneyle gösterildi. Boşluktaki bir ayna titreştirilip foton ışıması oluşturuldu.

Tüm bu gelişmelere rağmen, “boşluk enerjisi”nin tam olarak ne olduğu fizik bilimi içinde anlaşılmış değildir henüz. Bu yüzden de kullanılabilecek türden bir enerji biçimi haline gelemedi. Bu konuda bilinmeyen noktalar var. Örneğin, bizler durgun potansiyel suyu alıp yukarıdan aşağıya doğru akıtarak onu kinetik enerji şekline dönüştürebiliyoruz. Böylece elektrik elde edebiliyoruz. Ama altında bir enerji fazı ve düzlemi bulunmadığı için, boşluk enerjisini akıtamıyoruz, dolayısıyla bu enerjiden şimdilik elektrik üretilemiyor. Bu durum, koca bir okyanusun içinde yaşayıp da çevreyi oluşturan dev enerji ortamından faydalanamamaya benziyor.

Boşluğun anlaşılmasında karşılaşılan problemi çözme adına atılan adımlardan biri, “Süpersicim teorisi olduğunu söyleyebiliriz. Sicimler öyle bir küçüklüğü ifade ediyor ki, atom bir gezegenin yanında ne kadar kalıyorsa, sicim de bir atomun yanında o kadar kalıyor. 10 üzeri 33 santimetre (Planck sabiti) [5] çapındaki süpersicimler bütün maddenin temelini oluşturuyor. Yıldızlar arasındaki sözde boşluk da dahil, her şey onlardan oluşuyor. Onlardan daha küçük bir cisim yok. “Onlar olmasaydı hiçbir şey olamazdı” diyor Green. “Ne zaman, ne uzay, ne de madde olurdu. Yıldızlar ve gezegenler de olmazdı.”

 

Son Bir İki Cümle

Tüm bu bilgilerden sonra, esir maddesi hakkında herhalde şunları söyleyebiliriz:

Âlemde ilâhî lütuf, güzellik ve hayırlar sergileniyor. Mahlukat da bu sergiye dua, tesbih, hamd ve ibadetle karşılıkta bulunuyor. Aynı zamanda bu varlıklardan her biri ilâhî isimlerin güzelliklerini, yaratılış sırlarını kendi üzerinde sergiliyor. İşte bu varlıkların hamdlerini, senalarını arş-ı azam yönüne sevk etmek için bir ortama ihtiyaç var ki, bu da esir ortamı olacaktır. Her şeyin sebeplere bağlandığı bu alemde hava âleminin maddi cephesi atmosfere tekabül ediyorsa, manevi cephesinin de (ışın, çekim ve elektromanyetik dalgaların yanı sıra ışık ötesi dalgaları nakleden) esire karşılık geldiği zaten gerekli kılınmaktadır.

Bir hataya da düşmeyelim: Bu harika faaliyetlere vesile olan gerek esir maddesi, gerekse hava zerresi bir vasıtadır. Bu icraatların asıl sahibi, kâinatı esir vasıtasıyla bir bütün haline getirip en uzağı en yakın eden, bununla evren çapında birliğini açıkça gösteren Âlemlerin Rabbi’dir. Boyutların ve uzayların gerçek sahibi Odur. Yoksa, esir maddesine her şeyi görecek, bilecek, idare edecek bir irade ve güç vermek, esir maddesinin zerreleri adedince yanlışlara götürecektir.

 

Kaynaklar:

1. el-Muʿcemü’ṣ-ṣûfiyye, s. 1064, 1095-1097; krş. Kâşânî, s. 45-46

2. Bkz: İşarat-ül İ’caz

3. Bu yargıları, Nursî’nin şu ifadelerinden anlayabiliriz: “Madem âlem-i ulvide muhtelif teşkilat var, muhtelif vaziyetlerde görünüyor. Öyle ise, o ahkâmların menşe’leri olan semâvât, muhteliftir. İnsanda, cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hafıza gibi mânevî vücutlar var... Elbette, insan-ı ekber olan âlemde ve şu insan meyvesinin şeceresi olan kâinatta, âlem-i cismaniyattan başka âlemler var. Hem âlem-i arzdan, tâ Cennet âlemine kadar her bir âlemin birer semâsı vardır.”

4. Bkz: Lemalar, s. 67.

5. Planck ölçeği, genel görelilik ve kuantum mekaniğinin aynı anda geçerli olması beklenen, ancak erişilemeyecek kadar küçük bir uzunluklar ve zaman aralıklarıdır. Kuantum köpüğü denen uzay-zamanın kendi başına eğrilen çizgileri Weyl tensörü denen bir nicelikle ifade edilir. Uzay-zamanın eğriliği iki şekilde ele alınır: Birincisi, uzay-zamanda maddenin varlığından, diğeri matematikçi Herman Weyl tarafından ortaya konduğu gibi maddenin yokluğunda bile ortaya çıkabilir. Bu eğimi tanımlayan niceliğe Weyl tensörü denir. Örneğin kütleçekim dalgaları da boş uzayda kendi başına salınarak eğrilikler oluşturur. Bu eğriliği Weyl tensörü ile tanımlanır.