Üzerinde çok düşünülmeden söylenmiş bazı cümleler vardır. Öyle ki, bunlara çok geniş ve bağlayıcı hükümler bina edilir. Pek çok genelleme içeren hüküm cümlesi bu kategoride değerlendirilebilir.
Meselâ “İslâm akıl ve mantık dinidir.”, “İslâm’da tasavvuf yoktur.”, “Demokrasi İslâm’a en uygun yönetim biçimidir.”, “İslâm hoşgörü dinidir.”, “İslam kılıç ve şiddet dinidir.”, “Kur’an’da bilime aykırı hiçbir şey yoktur.”, “Hayvan hakları en geniş anlamda İslâm’da vardır.”, “İslâm çevreci bir dindir.”, “İslam teokratik bir düzen öngörür.”, “İslâm laiklikle bağdaşır...”
Kur’an’da yoktur, İslâm’da vardır, Kur’an’a göre böyledir, bunlar İslâm’ın ruhuna aykırıdır, Kur’an böylesi bir şeyi kesinlikle onaylamaz. Bunlar zaten İslâm’da da vardır, Kur’an zaten bunları 1400 sene önce söylemiştir...
Bu kalıplarda ifade edilen genelleme içeren hüküm cümlelerinin önemli bir kısmı, yerine göre çok yanlış olabilmektedir. Bir sözün kim tarafından söylendiği, kime söylendiği, niçin ve hangi makamda söylendiği önemlidir. Zaten, sözler bu kriterlere göre değerlendirilir. Bu kriterlere göre, kullanılan ifadelerin doğruluk ve yanlışlığı hakkında farklı değerlendirmeler yapılabilir.
Aslında bu cümleler bir genelleme ifade ediyor gibi gözükseler de, sonucu açısından bakıldığında Kur’an’ı bütünlüğünden koparan ve onu dar bir düzleme hapsetmektedir. Ve bu neticeyi üreten esas neden de, aslında bu cümleleri kuran kişilerin zihninde Kur’an ve İslâm’a yönelik bir “seçmeci yaklaşım” bulunmasıdır.
Meşhur “fil meseli”ni bilirsiniz. Buna göre, kör bazı insanlar filin yanına varırlar, her biri, onun bir organını tutar, eliyle kontrol eder ve onun ne olduğunu kendine göre hayal eder. Onun ayağını yakalayan, filin ağaç gövdesine benzeyen uzun ve yuvarlak bir yaratık olduğunu anlatır. Sırtına ulaşan, onun yüksek tepelere benzeyen bir yaratık olduğunu söyler. Kulağını tutan ise, onun, düz, ince, katlanan ve açılan bir yaratık olduğunu söyler. Bunlardan her biri, gerçeğin sadece bir kısmını idrak eder, diğer arkadaşlarını yalanlar, onların fili anlatma konusunda hata ettiklerini iddia eder.
Bir başka meşhur hikâye de, Bektaşi yaklaşımına ilişkin anlatılır. Bektaşi, niçin namaz kılmadığı sorusuna “Kur’an’da “La takrabu’s-salâte” (namaza yaklaşmayın) buyuruluyor diye cevap verir. Ardından gelen “yahu o âyetin devamında “ve entüm sükârâ” (sarhoş olduğunuz zaman) buyurulmuyor mu?” sorusuna da “Ee! O kadarına hafız değilim.’’şeklinde karşılık verir.
İşte bu seçmeci yahut parçacı yaklaşımlara göre, bazen bazı konularda ilgili tüm âyetler göz önünde tutulmaksızın değerlendirme yapılmakta; bazı konularda âyetin bir ifadesi “siyak sibak bütünlüğü” göz ardı edilerek değerlendirilmekte, bazen de kelime ya da cümleler bağlamından koparılarak yorumlanmaktadır.
Arzuların farklılığı, ilmî birikimlerin azlığı ya da çokluğu, mesleklerin değişik oluşu, mizaçların ve anlayışların çeşitliliği, idrak ve anlama kapasitelerinin muhtelif oluşu gibi sebepler yanında siyaset, çıkar ilişkileri, makam ve statü endişesi gibi sebepler de bu durumda rol oynamaktadır.
İslâm tarihinde seçmeci yahut parçacı yaklaşımı yansıtan en meşhur örneklerden biri, “kulların fiilleri” meselesidir. Bir tarafta kulları ilâhî irade karşısında “rüzgarın önündeki yaprak” gibi gören ve bu yaklaşımıyla sorumluluğu insandan alıp, ilâhî iradeye yüklemeye çalışan Cebriye anlayışı; diğer tarafta kulların sorumlu oluşunu izah edebilmek ve ilâhî iradeyi kötülük ve şerden tenzih edebilmek için kulları kendi fiillerinin “yaratıcısı” olarak gören Kaderiye ve Mu’tezile anlayışı.
Ortada ise Ehl-i Sünnet’in bütüncü bakış açısını bu meseleye tatbik etmeye çalışan Eş’ari ve Maturidi yorumları.
Bu yaklaşımların hepsinde Kur’an âyetleri delil olarak getirilmekte ama bazılarında bazı âyetler göz ardı edilirken bazılarında da zorlama te’villere başvurulmakta ve bütüncü bakış açısı yakalanamamaktadır.
Oysa kader ve cüz’i irade meselesi birlikte ve bütüncül bir bakış açısıyla değerlendirildiğinde bu mesele hem de kolay anlaşılır bir tarzda izaha kavuşmaktadır.1
Yine, bütünlük göz ardı edildiğinde nasıl sıkıntılara düşülebileceğini göstermesi bakımından Kur’an’da geçen ve Allah’a atfedilen teşbihler örnek verilebilir. Âyetlerde geçen Allah’ın eli, Allah’ın yüzü, gelmesi, kızması gibi “teşbih” ifadeleri Kur’an’ın bütünlüğü ekseninde ve “tenzih” düsturu göz önünde tutularak değerlendirildiğinde, Kadir-i Mutlak’ın yaratılmışlardan beri olduğu açıkça belli olur.
Seçmeci yahut parçacı yaklaşım, yakın dönemde de Kur’an ve İslâm’ı anlama konusunda Müslümanları sıkıntıya sokmuştur. Meselâ İslâm dini bazı kesimlerde “sosyal adalet”, “batı karşıtlığı”, “anti emperyalizm”, “anti kapitalizm”, “anti modernizm” vb. söylemlerle solcu ve sosyalist bir yoruma tabi tutulmuş, hatta “İslâm sosyalizmi” söylemleri özellikle 1960’lı yıllardan sonra İslâm dünyasında revaç bulmuştur.
Buna karşılık “anti komünizm”, “sağcılık”, “ashab-ı yemin”, “İslâm dini mülkiyeti kabul eder.” gibi söylemlerle İslâm, bu sefer de sanki kapitalizmi onaylarmış gibi dillendirilmeye çalışılmıştır.
Aynı yanlış ve eksik yaklaşımı son zamanlarda İslâm dinini laiklik, demokrasi, liberalizm, rasyonalizm gibi kavramlarla te’lif etme çabalarında da görüyoruz. Bu yaklaşımlar maalesef İslâm’ın bu kavramların ifade ettiği düzlem ile eş değerde görülmesi gibi hiç de arzu edilmeyen sonuçlar doğurabiliyor.
Dolayısıyla, Kur’an ve İslâm’ı kendi bütünlüğü içinde değerlendirmeye Müslümanlar her zaman özen göstermelidirler.
Burada sadece bir örnek olarak cihad âyetlerinden bahsedelim.
Eğer sadece “Müşrikleri bulduğunuz yerde öldürün.” (Tevbe/5), “Ey Peygamber! Mü’minleri savaşa teşvik et.” (Enfal/65), “Fitne kalkıncaya ve din bütünüyle Allah’ın oluncaya kadar onlarla savaşın.” (Enfal/39) âyetleri göz önüne alınırsa, İslâm’da cihad anlayışının neredeyse tamamen “kılıç”a dayalı olduğu sonucu çıkarılabilir.
Fakat, “(Resûlüm!) Sen sevdiğini hidayete erdiremezsin; bilakis, Allah dilediğine hidayet verir ve hidayete girecek olanları en iyi O bilir.” (Kasas/56), “Sizin dininiz size benim dinim de banadır.” (Kafirun/6), “Dinde zorlama yoktur.” (Bakara/256) âyetlerine baktığımızda İslâm’ın asla zorlamaya dayalı ve bu şekilde yayılan bir din olmadığı, bunu mümkün de görmediği belli olur.
Yine, Efendimizin müslümanın nefsiyle mücadelesini “en büyük cihad” olarak gösteren hadis-i şerifi, cihadın savaştan önce, kişinin nefsiyle mücadelesi anlamına geldiğini gösterir.
O halde, Kur’an ve İslâm’ı seçmeci yahut parçacı bir bakışla anlamak, aslında onu hiç anlamamak demektir. Bu büyük hatadan uzak durmak için, her şeyden önce, her önüne gelenin kendi dar zihinsel kodları ile “Kur’an’ı doğru anlayabilirim, en derin hikmetlerini çözebilirim.” hastalığından kendisini kurtarması gerekir.
Onun dışında, mevcut yorumlara “Âyetlerin öncesi sonrası gözetilmiş mi?”, “Âyetler bağlamından koparılmış mı?”, “Kur’an’ın bütünlüğü göz ardı edilmiş mi?” gibi sorular eşliğinde bakmak ve öylece değerlendirmek yerinde olur.
1. Bkz: Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 26. Söz. (Kader Risalesi)