Birbirine yakın âdeta iç içe geçmiş çay bahçeleri vardı, gençlik yıllarımızı yaşadığımız şehrin tam merkezinde. Sık ve asırlık ağaçların içinde... Bunlar arasında bizim mekân tuttuğumuz yer ise, ‘şemsiyeli çay bahçesi’ydi. Bu bahçenin en arka tarafında bir avuç idealist gencin, etrafında toplandığı küçük bir masa vardı, bu masayı asırlık çınar ve kavak ağaçları kuşatıyordu. Gecenin koyu karanlığına rağmen loş ışıklar, havuzdaki fıskiyenin su şırıltısı ve kuşların, böceklerin susmak bilmeyen ahenkli sesleri bu masadaki sohbetlere esrarlı bir hava katıyordu.
Herkesin birbirini tanıdığı küçük şehirlerde böylesine mekanlar, ana kucağı gibi bir sığınaktı bizim için. Şimdi betonlara gömülmüş, fonksiyonunu yitirmiş ve gerçek işlevinden uzaklaşmış olan şehrimizin o güzelim “İl Halk Kütüphanesi” de o zamanlar bu bahçenin hemen arkasında masamıza komşuydu. O eski, tek katlı neoklasik yapısıyla Osmanlı’dan miras, bilge bir eda ile sanki bizi süzüyor, bize dikkat ediyordu. Ve sanki “Ey çevremde toplananlar! Güzel oturun, güzel okuyun, güzel konuşun.” der gibi hepimize öğüt veriyordu.
O loş ışıklar altındaki sohbetlerin koyulaştığı bu mekân ve bu masa, çok önemli bir kültür merkeziydi âdeta. Şehrin tanınmış ve seçkin özelliklere sahip gençleri özellikle de basketbol ve musiki camiasından neşeli ve zevk sahibi delikanlılar bu masanın müdavimleriydi, sonraları pek çoğu yaşadığı şehrin ve ülkenin kaderinde söz sahibi olacak yerlere geldiler. Burası âdeta sivil bir toplum kuruluşu gibi eğitim ve kültür hizmeti görüyordu. Diğer masalardan biraz tenhaca bir köşede oluşumuz da gizemli bir hava katmıyor değildi hani. Herkesin ilgisini çekiyordu... Özellikle yaşlı ve kültürlü beyefendilerin seviyeli ve ciddi meseleleri konuşan ve konuşanı da adam gibi dinleyen bu topluluğu uzaktan uzağa, hayran hayran seyrettiklerine çok defa şahit olmuşumdur. Belki de ülke yarınları için biz gençlerin haline bakıp ümitleniyorlardı. Hele halden anlayan bir garsonumuz vardı ki, o bu gençlerin ve bu masanın ve gayesinin farkına varan gençlere arka çıkan, onları gönülden takdir eden bir bahtiyardı. Bizlere gösterdiği o nazik davranışlarını hiç unutmadım ve unutmayacağım. Bağırmadan konuşurdu, dudaklarımız kuruduğunda çaylarımızı hazır bulurduk. Kısacası işaretsiz anlaşırdık onunla. Ve bugün bile görüştüğümüzde o günleri hasretle anıyoruz. Dedim ya her şey yıllar öncesinden hazırlanmış gibiydi. Herkes olması gerektiği bir zamanda, bulunması gerektiği bir mekândaydı sanki orada. Hayalimizin çok ötesinde ilahî bir plânın eli seziliyordu bu oluşumun içinde. Bu gece sohbetlerimiz, apayrı bir iklim, apayrı bir mevsimde yürüyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “İstanbul’da mevsim, takvimden ayrı yürür.” dediği gibi bu mekânda zaman ayrı yürüyordu. Sadece geceleri yapılan bu sohbetin alacakaranlık kuşağıydık her birimiz. Gecenin bu siyahi dekoru, ağaçların uğultuları, rüzgarın musikisi ve kuşların uyku öncesi son sesleri arasında hepimiz ayrı bir heyecan ve şevk içindeydik. Yaz gecelerinin tatlı serinliğini, bu sohbetlerin sıcaklığı sarardı.
Sonbaharla beraber sohbet sezonumuz kapanır, ağaçlarda ve kuşlarda neşe söner, el ayak çekilirdi bu bahçelerden. Hazan mevsimi sarı saçlarını, ayaklarımızın altına cömertçe sererken, anne toprak şimdiden ilkbahar için yaşayacağımız bereketlere gebe kalıp, Allah’ın yeni nimetlerini sunmak ve yeni maceralarımıza tekrar tanık olmaya hazırlanana dek, ölü bir sessizlik kaplardı şemsiyeli çay bahçemizi...
Biz yine sohbetimizin o efsunlu gecelerine dönelim. Bir avuç idealist genç demiştik ya, Tarihten Edebiyata, aşktan sanata, Felsefeden Allah’a kadar spor ve müzik dahil hemen her konuda edebî bir edep çerçevesinde, bu masada her şey hayat bulurdu. Çünkü burada ruh ve nur vardı.
Şimdi yıllar öncesinin o küçük ama anlamlı grubunun içindeki simaları, uzak ve sisli hatıralar arasından tek tek hatırlamaya ve seçmeye çalışıyorum. Aşina ve sevimli yüzler, dost çehreler, seviyorum sizleri... Ruhunuzdaki güzellik, ebediyen solmasın. Siz ne güzel arkadaşlardınız, siz ne güzel dostlardınız. Aranızda saksısını bulmuş bir çiçek gibi, sizlerle yaşadığım o anılar beni bugünlere taşıdı. Hatta içinizden bazılarıyla sonraları kader birliği ettik ve Zafer Dergisi’nin çıkışında bu ince kaderi paylaştık. Ve o yolda kol kola yıllar yılı beraber yürüdük. Size olan vefa borcumu hayatta olanlarınıza selam, vefat etmiş olanlarınıza ise rahmet duaları yollayarak anıyorum. Geçen yıllar içinde sizlere çok şeyler borçlu olduğumu hissediyorum. Allah’ın, hayatın ve yaratılışın gayesini sorgulayan, yaşadığı çerçeveye asla razı olmayan, bu çerçeveyi aşmak için çabalayan ve anlamsız kuralları parçalayıp çerçevenin de dışına taşan, ki her gün yüz binlerce insanın; hayatı, yaradılışı sorgulamadan hatta hiç düşünmeden bu dünyadan göçüp gitmesine karşılık hayatın gayesi, gezip eğlenmek, yemek, içmek olamaz diyerek daha büyük bir gayenin peşinde akıllarını ve kalplerini yoran kahramanlardınız sizler. Bu asil ve nazik ruhları hangi iklimde, nerede olursa olsun tekrar yeşertip ve yaşatmanı diliyorum Rabbim. İnsan, hayat ağacının başındaki ömür yapraklarının ard arda dökülüp gidişini seyretsin de bu dokunaklı manzara karşısında bir şeyler söylemeden, hayatını anlamlı kılma çabası içine girmeden bu dünyadan göçüp gitsin ne hazin bir şey. Kuşlar bile yıldızlara bakıp gidecekleri yolu bulsun da ışıl ışıl yıldızların ve güneşlerin aydınlattığı şu kâinatta insan, yaratıcısına giden yolu bulamasın hayret!
…
Bu sohbet havası içinde pişe pişe kıvama erenler olduğu gibi arada bir ham ervahlar da olsa, onlar da kısa zamanda pişip olgunlaşırlardı. Her akşam anlamlı bir sohbet, unutulmaz bir hatıra yaşanırdı buralarda demiştik. Sabırsızlandığınızı hissediyorum ama az daha gayret. Sizi o günlere taşımadan önce, bu manzarayı çizmem ve resmetmem gerekiyordu. Doğrusu; şu konuşacak, bu anlatacak diye pek bir sıra da yoktu bizim akşam sohbetlerimizde ama bazılarımızın nedense öncelikleri vardı konuşmak için. O akşamlardan birinde, o günün Edebiyat dersinde yaşadığımız bir hatırayı anlatmıştım. Ne kadar da etkilenmiş ve o incelik karşısında göz yaşlarımızı tutamamıştık. Her nedense Edebiyat dersinin yaşandığı günlerin gecesi sohbette, nazarlar üzerime çevrilirdi. Ben de, dilden geldiğince aktarmaya çalışırdım o gün yaşadıklarımızı. Yine o gecelerden birinde anlattığım bir hatırayı tekrar sizlerle yaşamak istiyorum şimdi.
…
Sanırım ilkbaharın ilk günleri ve Nisan ayının ortalarıydı. Miladî takvim 20 Nisan’ı gösteriyordu. Bu Hz. Peygamber’in doğum günüydü. Sevgili Edebiyat hocamız rahmetli Mustafa Ateş Bey’in dersinde, o gün Fuzulî’nin Su Kasidesi’ni inceleyecektik. İşlediği her konuya mutlaka ama mutlaka unutulmaz bir hatırayla başlamak âdetiydi hocamızın. O gün de, derse şöyle bir hatırayla girmişti.
“Bir gün Beyoğlu’nun arka sokaklarında bir terzi dükkanında oturuyordum. Dar bir sokaktan yokuş aşağı koşarak inen bir gencin bağırarak söylediği şu sözler kulaklarda yankılanıyordu:
“Dest-bûs-i arzusiyle ger ölsem dostlar,
Kûze eylen toprağım sunun ânınla yâre su.”
Dayanamadım sokağa fırladım ve ben de o gencin arkasından “Seni yetiştiren öğretmene, o her kimse helâl olsun” diye bağırdım. “İşte çocuklar bu günkü dersimiz o gencin söylediği ve bugün işleyeceğimiz Fuzulî’nin Su Kasidesi’nden bir beyitti.”
Konu bu beyite geldiğinde edebiyat hocamızın yaptığı o nefis açıklamanın izleri kalbimden ve hafızamdan hiçbir zaman silinmedi. Peygamber sevgisiyle yanıp tutuşan şair Fuzulî, bakınız bu mısralarda nasıl bir dilek tutuyordu.
“Hz. Peygamber’in elini öpmek arzusuyla ve aşkıyla eğer bir gün ölürsem dostlar, benim bedenimi misafir eden o topraktan aldığınız çamurdan bir testi yapın. Susuzluktan dudakların kavrulduğu bir günde, Hz. Peygamber’e bir yudum su takdim etmek isterseniz eğer, o su benim bedenimin toprağından yaptığınız bu testinin suyundan olsun. Ta ki, O yüce sevgili, o suyu içmek için testiyi eline aldığında, benim onun elini öpmek arzum ancak böyle giderilmiş olacaktır.”
Kendi hasretini sevgilinin susuzluğunda gidermek isteyişi ne kadar anlamlıydı. Fuzulî, gözümde ne kadar büyümüş, şiiri ne kadar inceliklerle doluydu. Bir başka zaman, belki şiirin diğer mısralarını da Allah nasip ederse hocamızın derste nasıl işlediğini, bu çay bahçesi sohbetlerinin devamında anlatmak isterim.
…
Fuzulî’nin Âl-i Beyte ve Peygamberimiz’e duyduğu bu derin ve samimi sevgi şu duasında da kendini gösterir: “Yâ Rabbi benim bedenimi bu dünyada yaşarken ve öldükten sonra da Peygamberimizin ve onun soyundan gelenlerin gölgesinin dışında bırakma.”
Fuzulî’nin bu içten duasının bu dünyada dahi kabul olduğunu biliyoruz. Çünkü şu andaki mezarı, Peygamberimizin torunlarından birinin hemen dibindedir ve öğleden sonraki o kızgın güneş Peygamber’in torunlarının türbesine vurup Fuzulî’nin mezarını gölgede bırakmaktadır. Bu da onun duasının kabul olunduğunu gösterir.
…
Son olarak size bu yılın takvimlerindeki enteresan bir tevafuktan bahsetmek istiyorum. Miladî 571 yılının ay takvimine göre Rebiülevvel ayının 12. pazartesi gecesi, sabaha karşı kâinatı şenlendiren ve şereflendiren insanlığın Efendisi, bütün kâinatı nuru ile dolduran Fahr-i Kâinat bilmem bir daha, kaç asırda bir araya gelir ama, 20 Nisan miladi takvimdeki doğum gecesi olan bu gece, 2005 nisanının aynı gecesine denk gelmesi, yani Miladi doğum tarihi ile Hicri doğum tarihinin aynı gecede buluşması ne büyük bir mucizedir. Rabb’imiz, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.” (Enbiya, 107), dediği bir Peygamberin sevgilileriyiz hepimiz, ne mutlu bizlere.
Allah izin verirse o tarihte Mekke’de, umrede olacağız. Bu geceyi apayrı bir şuur ve ruh uyanıklığı içinde geçirmek insanlık tarihinin yeni bir dönüm noktası olmasını temenni etmek için dillerimizi ve kalplerimizi dualarda buluşturalım inşaallah. Ve bütün insanlık onun getirdiği haberi ve mesajı özlüyor, arıyor. İlham kaynağım sevgili dostlarıma, arkadaşlarıma ve Zafer okuyucularına Allahaısmarladık diyor kandillerini şimdiden tebrik ediyorum.