TR EN

Dil Seçin

Ara

Gel Yirmi Nisan…

Gel Yirmi Nisan…

Birbirine yakın, âdeta iç içe geçmiş çay bahçeleri vardı, gençlik yıllarımızda şehrimizin orta yerinde. Bunlar arasında bizim mekân tuttuğumuz yer ise, ‘Şemsiyeli Çay Bahçesi’ diye bilinirdi. Bu bahçenin arkasında, bir avuç idealist gencin etrafında toplandığı bir masaydı bizimkisi. Bu masayı asırlık ağaçlar kuşatıyordu...

Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl. (asm)

 

Birbirine yakın, âdeta iç içe geçmiş çay bahçeleri vardı, gençlik yıllarımızda şehrimizin orta yerinde. Bunlar arasında bizim mekân tuttuğumuz yer ise, ‘Şemsiyeli Çay Bahçesi’ diye bilinirdi. Bu bahçenin arkasında, bir avuç idealist gencin etrafında toplandığı bir masaydı bizimkisi. Bu masayı asırlık ağaçlar kuşatıyordu. Gecenin koyu karanlığına rağmen loş ışıklar, havuzdaki fıskiyenin şırıltısı, kuşların ve börtü böceklerin ahenkli sesleri, bu masanın etrafındaki sohbetlere esrarlı bir hava katıyordu.

O loş ışıklar altındaki sohbetlerin koyulaştığı bu mekân ve bu masa, çok önemli bir kültür merkeziydi. Şehrin tanınmış ve seçkin gençleri, neşeli ve zevk sahibi delikanlılar, bu masanın müdavimleriydi. Sonraları pek çoğu, yaşadığı şehrin ve ülkenin kaderinde söz sahibi olacak yerlere geldiler. Burası açık bir üniversite gibi, eğitim ve kültür hizmeti verdi. Diğer masalardan biraz tenhaca bir köşede olması da, müstesna bir hava katardı.

Yan masalardaki yaşlı ve kültürlü beyefendiler, ciddi meselelerin konuşulduğu, konuşanların da adam gibi dinlenildiği bu topluluğu, hayranlıkla izlerlerdi. Ülkenin yarınları için ümitlenirlerdi.

Halden, hatırdan anlayan bir de garsonumuz vardı. İşini bilen, nezaket sahibi biriydi. Bizlere gösterdiği o nazik davranışlarını hiç unutmam. Gözleriyle konuşurdu, dudaklarımız kuruduğunda çaylarımız hazırdı. Kimin, ne zaman ne içeceğini bilirdi…

Gece sohbetlerimiz, diğer masaların aksine, apayrı bir iklimde akıyordu. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın “İstanbul’da mevsim, takvimden ayrı yürür,” dediği gibi, bu mekânda da zaman ayrı yürürdü. Sadece geceleri yapılan bu sohbetin, alacakaranlık kuşağıydık her birimiz. Akşam ezanıyla beraber değişen siyah dekoru, rüzgârın ve ağaçların uğultularını, kuşların uyku öncesi zikirleri eşlik ederdi. Yaz gecelerinin tatlı serinliğinde, sohbetlerin sıcaklığı içimizi ısıtırdı.

Sonbaharla beraber sohbet sezonumuz kapanır, bahçelerde neşe sönerdi. El ayak çekilirdi. Hazan mevsimi, sarı saçlarını, ayaklarımızın altına cömertçe sererken, anne toprak ilkbaharda yaşarsak göreceğimiz bereketler için dinlenmeye çekilirdi. Allah’ın çeşit çeşit nimetlerini sunmak ve yeni maceralarımıza tekrar tanık olmaya hazırlanana dek, her yanını bir sessizlik kaplardı Şemsiyeli Çay Bahçemizin…

O gizemli gecelerde ne yapardık dersiniz? Bir avuç idealist genç demiştik ya, tarihten edebiyata, sevgiden sanata, felsefeden dine ve Allah’a (cc) kadar, hemen her konu edebî bir edep çerçevesinde konuşulurdu. Burada ruh ve huzur vardı.

Şimdi yıllar öncesinin bu idealist grubunun içindeki simaları, uzak ve sisli hatıraların arasından tek tek seçmeye çalışıyorum… Âşina ve sevimli yüzler, dost çehreler bunlar. Seviyorum hepsini… Ne güzel arkadaşlar ve ne iyi dostlardı onlar. Saksısını bulmuş bir çiçek gibi, ben de orada serpilip büyüdüm. O tatlı sohbetler, beni bugünlere taşıdı. Sonraları içlerinden bazılarıyla kader birliği ettik ve Zafer Dergimizin yayın hayatına başlamasında da görevler aldık. Yıllar yılı beraber yürüdük. Hayatta kalanlarına selâm, vefat etmiş olanlarına rahmet duaları olsun…

Her gün yüz binlerce insanın; niçin yaratıldığını, sorgulamadan hatta hiç düşünmeden bu dünyadan göçüp gitmesine karşılık, o gençler bu hayata gelişin, sadece yemek, içmek, gezip eğlenmek, olmayacağını bilenlerdi. Hayatta büyük bir gayenin peşinde koşup, akıl ve kalplerini yoğurdular.

Bu asil ve nazik ruh, hangi iklimde, nerede olursa olsun tekrar yeşermeli. Öyleler olmadan hayat yavan kalır çünkü.

İnsan, hayat ağacının başındaki ömür yapraklarının ard arda dökülüp gidişini seyretsin de, bu dokunaklı manzara karşısında bir şeyler söylemeden, hayatını anlamlı kılma çabası içine girmeden bu dünyadan göçüp gitsin çok hazin bir şey… Kuşlar bile yıldızlara bakıp gidecekleri yolu bulsun da, ışıl ışıl yıldızların ve güneşlerin aydınlattığı şu kâinatta insan, Yaratıcısına giden yolu bulamasın, hayret!..

O sohbet halkasında, kıvama erenlerin yanında, ham ervahlar da olsa, bu iklim içinde pişip olgunlaşırdı.

Önce şu konuşacak, sonra bu anlatacak diye bir sıra da yoktu. Konuşanın saygıyla, dikkatle dinlenildiği o akşamlardan birinde, Edebiyat dersinde yaşadığımız bir hatırayı anlatmak sırası bana düşmüştü. O gece anlattığım bir hatırayı sizlerle de paylaşmak isterim:

Mevsim ilkbahardı. Miladî takvim 20 Nisan’ı gösteriyordu. Bu Hz. Peygamber’in doğum günüydü. Sevgili edebiyat hocamız rahmetli Mustafa Ateş Bey’in dersinde, o gün Fuzulî’nin Su Kasidesi’ni inceleyecektik. İşlediği her konuya, mutlaka bir hatırayla başlamak hocamızın âdetiydi. O gün de böyle olmuştu. Bir anısını anlatarak girmişti derse:

“Yağmurlu bir Pazar günüydü, Beyoğlu’nun arka sokaklarında, bir terzi dükkânında oturuyordum. Önümdeki dar sokaktan, yokuş aşağı koşarak inen bir gencin, bağırarak söylediği şu mısralar kulaklarımda yankılandı:

Dest-bûsi ârzusiyle ger ölsem dostlar

Kûze eylen toprağım sunun anınla yâre su.

Dayanamadım, hemen dükkândan dışarıya fırladım. O gencin arkasından, “Seni yetiştiren öğretmene helâl olsun!..” diye seslendim. İşte bu gün işleyeceğimiz konu, o gencin söylediği mısraların da yer aldığı Fuzulî’nin Su Kasidesi’dir…”

Açıklama sırası bu beyte geldiğinde, edebiyat hocamızın yaptığı o enfes yorumun izleri o gün bugündür hafızamdan silinmedi. Peygamber sevgisiyle yanıp tutuşan şair Fuzulî, bakınız bu mısralarda nasıl bir arzuyu dile getiriyor:

“Ey dostlarım, Hz. Peygamber’in elini öpmek arzusuyla eğer ölürsem. Bedenimi misafir eden topraktan aldığınız çamurla, bir testi yapın. Susuzluktan herkesin dudağının kavrulduğu mahşer gününde, Hz. Peygamber’e su ikram etmek için suyu bu testinin içine koyun. Tâ ki, O Sevgili, su içmek için bu testiyi mübarek eline aldığında, Onun (sav) elini öpmek arzum da gerçekleşmiş olsun.”

Fuzulî’nin, Hz. Peygambere (sav) duyduğu o hasretli ve derin muhabbeti ifade etmek için kullandığı dil ve kelimeler ne kadar anlamlıydı. Şair Fuzulî gözümde bir kez daha büyümüş, ifadelerindeki inceliğe hayran kalmıştım…

Fuzulî’nin, Peygamberimize (sav), Onun pak ve temiz soyuna karşı duyduğu derunî ve samimi sevgi, son dileğinde ve duasında da vardır:

“Yâ Rabbi, kabrimi Peygamberimizin (sav) temiz soyundan gelenlerin gölgesinde barındır.”

Evet, Fuzulî’nin bu duasının kabul olunduğunu görüyoruz. Bilindiği gibi mezarı, Hz. Peygamberimizin (sav) mübarek torunlarından birisinin hemen yanıbaşındadır. Öğlen güneşi bu türbeye vurduğunda, Fuzulî’nin kabrini gölgesinde barındırmaktadır. Ne kadar ibretli bir tevafuk değil mi?

Rabbimiz bizi de Habib-i Ekrem’inin sevgisinden nasipdar etsin.

Rabbimizin yüce kelâmında, “Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik” (Enbiya, 107) dediği bir Şanlı Nebi’nin âşıklarıyız. Âşık, mâşukundan vazgeçmez. Evet, ne güzel demişler:

“Muhabbetten Muhammed oldu hâsıl,

Muhammed’siz muhabbetten ne hâsıl.” (asm)

Sözler, sohbetler Ona çıkıyor, Ona ulaşıyorsa, güzel bir vesile bulmuşuz demektir. Yoksa Ona ait olmayan sözler boştur. Mâlâyani sayılabilirler.

Bir başka âyette de “Sözlerin en güzelini dinleyip uyanlara ne mutlu” buyurulması boşuna değil.

Allah’ım, sözlerin en güzelini okuyan, söyleyen ve dinleyenlerden eyle bizi… Âmin.

Sözlerimi, ilmine ve çalışmasına hayran kaldığım merhum Hasan Basri Çantay’ın o mübarek Kur’an-ı Hakîm ve Meâl-i Kerîm’inin hem ön sözünün hem de son sözünün bitimindeki özlü bir dua ve salâvat ile tamamlamak istiyorum:

“Allahümme salli ve sellim ve barik alâ seyyidina Muhammedin ve alâ âli seyyidina Muhammedin bi-adedi ilmike.” (Allah’ım, Efendimiz Muhammed’e, Onun âl ve ashabına ilmindekiler sayısınca salât u selâm olsun. Âmin.)