ÇOCUKLUĞUNU YİTİREN ÇOCUKLAR
Bedeli ne olursa olsun kâr etme anlayışı, insan emeğini, tabiatı acımasızca ve sınır tanımadan sömürmeye, yeryüzü nüfusunun büyük çoğunluğunu açlık, yoksulluk ve sefalet koşullarına mahkûm etmeye devam ediyor. Kapitalist iktisat ideolojisi, hayatın her alanını sömürü ilişkisinin çarkları arasına sıkıştırmayı sürdürürken kurbanları arasında da ayırım yapmıyor. Çocuklar da Kapitalizmin ve ondan beslenen tüketime dayalı hayat tarzının doğrudan hedefi olmaktan kurtulamıyorlar.
Çocuk emeğinin acımasızca sömürülmesi, yaşadığımız dünyanın kötü bir gerçekliği. Dünyada, özellikle ekonomik yönden geri kalmış yoksul ülkelerde çocuklar, çok küçük yaşlarda ve çok kötü şartlar altında çalıştırılıyorlar. Küçük bedenler çoktan bir ‘iş aracı’na dönüşmüş durumda ve Kapitalist azgınlığın sınırsız kâr hırslarını doyurmak için her gün, dünyanın her köşesinde işe koşuluyorlar. Geçim derdi, ister istemez ailelerin çocuklarının kötü şartlarda çalışmalarına razı olmaya zorluyor. Bu çocuklardan ‘şanslı’ olanlar ailelerinin yanında çalışıyor, ama çoğunluğu işyerlerinde, atölyelerde işe koşuluyorlar. Onların ‘ucuz emekleri’, ulusüstü, ‘prestijli(?)’ dev şirketlerin bile iştahını kabartıyor. Öyle ki, yoksul ülkeler, yabancı sermayeyi çekebilme uğruna, ucuz çocuk emeğini hizmete sunan yasalar hazırlayabiliyorlar. Çocukların ezilen bedenleri ve ruhları, rasyonel bir yatırım alanı olarak piyasanın insafına(!) terkediliyor.
Öte yandan, Kapitalizmin saldırısına maruz kalanlar,—şüphesiz en sert ve şiddetli yönüyle yüz yüze olsalar da—yalnız yoksul ailelerin çocukları değil. Zengin ve gelişmiş ülkelerde yaşayan yüksek gelir düzeyine sahip ailelerin çocukları da Kapitalizmin ve tüketim kültürünün gözde hedef kitleleri arasında. Çocuklara yönelik üretilen ürünler, pazarda hatırı sayılır bir yer tutuyor; sadece bu ürünlerin reklam pastasındaki payına bakmak bile bunu görmek için yeterli.
Kapitalizmin kâr hırsına kurban edilen çocuklar, çocukluklarını yaşayamama tehlikesiyle, hatta gerçeğiyle karşı karşıyalar. Bu gerçek, karşımıza ya çocuk emeğinin sömürülmesi olarak çıkıyor ya da çocuk zihninin alt üst edilmesi olarak. Çocuklar, çalıştırılarak veya tüketime alıştırılarak, yetişkinlerin dünyasına itiliyorlar. Bu dünyada onlara biçilen rol, ya ağır işçilik, ya ‘çocuk-askerler’ olarak gerçek savaşlara katılmak (bu çocukların sayısı ve içinde yaşadıkları korkunç şartların fıtratları üzerindeki tahribatı akıl almaz boyutlardadır), ya da birer tüketici olmaktır.
Tüketim kültürünün cilaladığı yaşam tarzının, çocukların ruhları ve zihinleri üzerindeki tahribatının ne düzeye varabileceğini, son zamanlarda İngiltere’de yaşanan ‘tuhaf’ bir durum açıkça ortaya koyuyor. Medyadan öğrendiğimize göre bu ülkede, yüz bakımı, makyaj, manikür, pedikür yaptıran küçük kızların sayısında büyük bir artış yaşanıyor. Bu yüzden ülkedeki bazı güzellik merkezlerinin sadece çocuklara hizmet veren özel salonlar açtıkları bile söyleniyor. Sayıları hızla artan ve hedef kitlesi küçük kızlar olan bu güzellik salonlarında bakım 10 Sterlinden (yaklaşık 25 YTL) başlıyormuş. Küçük kızlar arasında özellikle yüz bakımı çok popülermiş. Bliss Dergisinin anketine göre, İngiltere’deki küçük kızların %92’si kendini çirkin buluyor, dörtte biri yemek yeme problemi yaşıyor. Hatta Guardian gazetesine göre—sıkı durun—bazı çocuklar, manikürleri bozulmasın diye oyun bile oynamıyorlarmış.
Anlaşılacağı üzere, çocukluğunu yitiren çocuklar dünyanın her yerinde aileler için en büyük mesele ve üzerinde uzun uzadıya düşünmeyi ve daha fazla geç kalınmadan tedbirler almayı gerektiriyor. Türkiye’de yaşayan ailelere duyurulur.
***
“Hayatın adaletine duyduğum inancı nasıl kaybedebilirim ki? Ben biliyorum ki, kuş tüyünde uyuyanların düşleri, toprak üstünde uyuyanlarınkinden daha güzel değil.”
— Lübnan’lı Hıristiyan şair ve yazar Halil Cibran
***
MÜSLÜMAN NE YAPMALI?
Batı menşeli dünya görüşü ve modernizmin karşımıza çıkardığı sorunlara ve Batı medeniyetinin şekillendirdiği bugünkü dünyanın saldırgan görünümüne, Müslümanların hangi plânda nasıl cevap vermesi gerektiği asırlardır tartışılan bir husus ve bugün de önemini, güncelliğini koruyor. Bu konu üzerine, katılalım katılmayalım, şüphesiz hepsi de çok değerli fikirler yazıldı, söylendi, tartışıldı ve bundan sonra da katkılar devam edecektir.
Kanaatimizce alttaki önemli satırlar konuya açıklık getirmeye faydalı olacaktır:
Müslümanların Batılı meydan okumaya cevabı, daha doğrusu katkısı zihnî ve psikolojik alanda gerçekleşmek zorundadır. Bu şık, muhtemel, mümkün ve mecburidir ve işin ilginç yanı, Batılı aklın tanzim ettiği dünyanın böyle bir katkıya şiddetle ve acilen ihtiyacı bulunuyor. Bu ihtiyacın Batılılar tarafından yüksek sesle dillendirilmesini beklememiz gerekmiyor, çünkü insanlığın dünyadan başka teknesi yok. Batılılar eşya üzerindeki tasarruf biçimleriyle yeryüzünün diğer sakinlerinden farklı bir görüntü sergiliyorlar, ama tasarruf biçimleri kullanmaktan ziyade kötüye kullanmaktır ve onlar yeryüzünde kibirle gezinirken, başka insan topluluklarının varlığına katlanıyormuş gibi davranıyorlar.
Müslümanların şimdiki zamana ve tarih sürecine katkısı, yeryüzünde insanın emrine musahhar kılınmış nimetlerin hüsn-i istimali yolunda örnek teşkil etmek ve bu temsil görevini zihnî bir çerçevede yoğun ve yüksek kalitede yürütmektir.
...Müslümanların, İslâm dünyası üzerine çullanan askerî saldırganlıkla, korakor mücadele edecek birikimi yok ama saldırganları caydırması ve onların ıslahına medar olması bakımından daha etkili avadanlıkları var; bu avadanlıklar ilk vaaz edildiği günden bu güne, daima zihnî bir mahiyet zenginliği içinde bulunmaktadır: Allah’ın Müslümanlara emanetinin hüsn-i muhafaza cehdi, bir Müslümana teçhizat olarak yeter. Onlar doğru olanı söylerler, nefislerine ve başkalarına zulümden çekinirler, ahde vefa gösterirler, ebeveynlerine itaat ederler, yeryüzünde bozgunculuk etmekten kaçınırlar, hayata saygı gösterirler, hayra davet ederler, yalan yere şahitlik yapmazlar, terazide hileye tevessül etmezler, iyiliği karşılık beklemeksizin yaparlar, kibirden nefret ederler, su-i zanda bulunmazlar, kendilerine bir musibet eriştiğinde sabr ile Allah’a yönelirler, birbirlerini sevmeyi imanın rüknü bilirler, üzerlerine vazife olmayan şeylere tecessüsten kaçınırlar, yetime yardım ederler, afif ve adillerdir, iftiradan sakınırlar, gayba iman ederler ve merhametlidirler. Müslümanların görevi bu gibi vasıfları hakkıyla yerine geçirmek ve yeryüzünde bir güzel örnek teşkil etmektir. Bu yolda sefer edenler, takatlerini aşan bir hâl ile yüz yüze geldiklerinde tevfiki sadece Allah’tan beklerler. Zira yerdeki ve göklerdeki her şey, Müslümanların zilyedlerinde* değildir; Allah’ın mülküdür.”
(*zilyed: aslı zilliyed olup, gölgemsi bir sahiplik demektir, zira hakiki sahip Allah’tır.)
***
“Bir mutluluk kapısı kapandığında, bir diğeri açılır, ama biz çoğu zaman kapanmış olan kapıya o kadar yakından bakarız ki, yeni açılmış olan kapıyı görmeyiz.”
— Doğuştan görme özürlü yazar Helen Keller, çoğu zaman farketmeden yaşadığımız bir körlüğü böyle anlatıyor.
***
İNSANIN ARADIĞI
Kesin olan bir şey var: Çağımızın felsefî, estetik, morfolojik, biyolojik ya da ahlâkî keşiflerinde dini inkâr eden hiçbir şey, ama hiçbir şey yok. Aksine, özel bilimler tapınağının mimarisi pencerelerini Tanrı’ya açık tutuyor. Tanrı, tüm bu süre boyunca, tüm yaşamım boyunca, yoldan çıkmış ve şeytanî arzuların yoğunluğu içinde bile aradığım şeyin ta kendisiydi. Tanrı! Bunu hâlâ anlamamış olanın vay haline.”
— İspanyol ressam Salvador Dali, şahsî hayat macerasının içinde yaşadığı her şeyin, çılgınlığın sınırlarında dolaşırken bile, “Tanrı’yı aramak” olduğunu söylerken bir hakikati dile getiriyor: Her insan, Yaratıcısını arar. Her insanın arayışı çok farklı yollardan geçiyor olsa da...
***
ÇOCUKLARIN KAYIP BU GÜNÜ
Bir gazete yazısında ülkemizin eğitim sisteminin içinde bulunduğu acıklı durumu ve çocukların, bu eğitim sistemi ve anlayışı ile nasıl acımasız bir yarışa sokularak hayata yabancılaştırıldığı gerçeğini, bir hatıra nakledilerek paylaşıyor. Anlatılanlar, hepimizin ortak hikayesi aslında:
“Dün gibi hatırlıyorum. Acıyla! İlkokula yeni başlamış kızımın ilk veli toplantısındaydık. Öğretmeni tüm velileri çocuklarla ilgili kaygılarına kulak vermeye çağırıyordu. Çocuklar yeterince çalışmıyor ve gayret sarf etmiyordu çünkü. Öğretmenin bu sözlerine karşılık bir anne, matematik gibi soyut düşünceyi gerektiren bir dersin oldukça erken aşamada çocuklara verildiğini, onların bilişsel sisteminin henüz bu tür bilgilere hazır olmadığını, bu nedenle zorlandıklarını, bunun da okuldan soğumaya yol açtığını söyledi. Ben de buna katıldığımı ve okula henüz adım atmış çocuklara ‘dört işlem’den önce çiçekleri, kuşları, böcekleri, ağaçları, otları, ırmağı, denizi, rüzgârı, güneşi anlatmanın daha verimli olabileceğini düşündüğümü söyledim.
Kalbimize saplanan bıçak gibi bir soruyla cevap verdi öğretmen: “Siz, çocuklarınızın geleceğini düşünmüyor musunuz?” Durum açıktı. Altı-yedi yaşındaki körpe beyinlerin, yıllar sonraki lise giriş sınavlarına şimdiden hazırlanmaya başlaması lazımdı. Öyle börtü-böcekle, kurtla-kuşla vakit kaybedilemezdi. Bu bir yarıştı. Yarışta geri kalana gelecek yoktu. Gelecek için, ‘bugün’ü feda etmek gerekiyordu.
Hiçbir şey yapamadık; çarkın parçası olduk. Okumayı sökmekte geciktiği söylenen çocuklarımıza daha birinci sınıfta ek okuma dersi aldırdık. Sonuçta ne seslerindeki cıvıltı, ne gözlerindeki pırıltı, ne de içlerindeki coşku kaldı. Ruhlarını sisteme teslim ettik…”