Nisan ayı gelmişti. O gün kurulan pazar, bir öncesine göre çok renkliydi. Kış ve yaz sebzeleri, aynı tezgaha yan yana konulmuş, küçüklerin gözleri, yeni çıkan meyvelere kilitlenmişti. Bir çok insan, eski ağza yeni tad peşindeydi.
Pazarın önünden geçmekte iken, o renk cümbüşüne dayanamadım. Sonunda ben de katıldım kalabalığa.
Sağa sola bakarak dolaşırken, Adapazarı’ndan tanıdığım bir pazarcıya rastladım. Önündeki tezgahta, dağ gibi yığılmış çilekler vardı. Her biri bir yumruk gibiydi sanki. Çocukların ağzına sığması mümkün değildi. Renkleri de bayraktan kırmızıydı.
Adam, sigaradan ötürü çatlak çıkan sesiyle:
— Bursa’nın bunlar!.. diye bağırıyordu. Her yerde var, vallahi böylesi yok!..
Yaklaşıp selam verdim. Uzun zamandan bu yana görüşmüyorduk. Beni hemen tanıdı. İzmit’te ne aradığımı, neler yaptığımı ve çocukların okul durumlarını sordu. Hemen yanında duran bir çocuğu, çay söylemesi için gönderirken:
— Bu da benim oğlan!, dedi. Okumayı bırakınca tam bir serseri oldu. Hiç olmazsa pazarcılık öğren diyorum ama, aklı fikri sadece şeytanlıkta...
Çocuğun arkasından tekrar bakıp:
— Çok efendi görünüyor!.. diye itiraz ettim. Öyle değil mi?
— Uzaktan bakınca öyle görünür!.. dedi. Ama içi, ne yazık ki çok bozuk.
Bir babanın oğlu için söylediği bu sözler, ağırıma gitmişti. “Acaba suç kimde?” diye düşünmekteyken, tezgaha yaşlı bir kadın yanaştı ve elindeki poşeti adama uzatarak:
— Bu çilekleri biraz önce sizden almıştım!.. dedi. Eve gittiğim zaman, hepsinin ham olduğunu fark ettim. Üstelik de zeytin gibi küçücük. Tezgaha koyduğunuz çilek yığını, uzaktan bakınca çok güzel görünüyor. Ama içi, ne yazık ki çok bozuk.
Adamın yanında fazla kalmadım. Ayrılırken yine bas bas bağırıyordu:
— Her yerde var, vallahi böylesi yok!..