Okullar açılırken, anne babaya 7 öğüt
Hayır, bu defa “Çocuğunuzun beslenmesine dikkat edin, abur cubur yedirmeyin.” yollu öğütler vermeyeceğiz. Bizce zorunlu kitle eğitimi veren okullara çocuğunu gönderen her anne babanın bundan çok daha önemli uyarı ve öğütlere ihtiyacı var. İşte okulların açıldığı şu günlerde siz veliler için hazırladığımız yedi öğüt:
1. Okullar çocuklara ezber yoluyla itaat etmeyi öğretir; siz onlara eleştirel düşünmeyi ve bağımsız hareket edebilmeyi öğretin.
2. Okula bağımlı çocuklar sıkıntıdan kurtulamazlar; siz çocuğunuza sıkılmamasını sağlayacak iç yaşam zenginlikleri kazandırın.
3. Okul, çocukları tüketici ve işçi olmaları için eğitir; siz onlara lider olmalarını ve maceraya atılmalarını öğretin.
4. Okulda öğretmenler çocukların önüne ciddi malzeme koymaktan sakınırlar; siz onlara tam bir olgun olmalarını sağlayacak tarihten, edebiyattan, felsefeden, müzik, sanat, ekonomi ve dinden malzemeler sunun.
5. Okula ısındırılmış çocuklar, yalnız kalmaktan korkmaya şartlandırılırlar, o yüzden bu çocuklar sürekli TV, bilgisayar, telefon konuşmaları ve kısa süreli arkadaşlıklar ile yalnız kalmaktan kaçarlar. Siz çocuğunuza yalnız kalacağı zamanlar ayarlayın.
6. Okul genç beyinler üzerinde davranışları tektipleştiren bir deney laboratuarı gibi çalışır. Siz onların farklı kararlar alıp farklı davranışlar sergileyebilmelerine zemin hazırlayın.
7. Okul, çocuklarınızın okula gittiği müddetçe çocuk kategorisinde kalmasına sebep olur. Siz sorumluluklar vererek ve yetişkin biriymiş gibi muhatap alarak onun yetişkin olmasına yardımcı olun.
***
ANNE FARKI
Nobel ödülü kazanan bir kimya profesörüne, öğrencisi ‘Efendim! Sizi diğer kimya profesörlerinden farklı kılan neydi de, ödülü size lâyık gördüler?” diye sorunca, profesör önce tebessüm etmiş, sonra da şu hikmetli cevabı vermiş:
— Doğrusunu söylemek gerekirse, hepsini anneme borçluyum. Çünkü ben küçük bir öğrenciyken diğer çocukların anneleri onlara “Söyle bakalım, öğretmenin sorduğu sorulara iyi cevap verebildin mi?” diye sorarlardı.
Benim annem ise, “Söyle bakalım” derdi, “Bugün öğretmenine iyi bir soru sorabildin mi?
İşte beni farklı yapan buydu.
— Çocukların dünyasında annelerin yeri gerçekten apayrı. Okulların verdiği eğitimi, kazandıracakları olumlu davranış kalıplarıyla taçlandıracak olanlar da yine onlar. Sözün özü, her şey annenin ne yaptığını bilip bilmediğinde düğümleniyor.
***
“Dünya Moğol istilâsından beri böyle barbarlık görmedi!”
Gücün tüm iyilik ve doğruları kendi yanındaymış gibi gösterebildiği bir dünyada yaşıyoruz artık. Televizyonda Bush’un uğursuz silüetini kim görse, adaletten yana yüzünde bir yılgınlık beliriyor. Çocuğa bile söylesen, “Bu adam yalan söylüyor!” diye bas bas bağıracağı yerde, kocaman kocaman adamlar tek bir adamın yalanının üstünü örtmekle geçiriyor günlerini.
Bildiğiniz gibi, 11 Eylül olaylarından sonra kendisini ve kendisi gibi olanları ‘medenî’; birçok Müslüman ülkeyi içine alan bir coğrafyayı ise ‘barbar’ olarak tanımladı ‘o adam’. Kendi geçmiş tarihini hiçe sayarak...
Neyse ki, hafızası hâlâ yerinde olan ve olanı olduğu gibi görme yeteneğini kaybetmemiş birileri var dünyada.
Amerika’nın sıradışı düşünürü Noam Chomsky de işte onlardan biri...
Kendisiyle yapılan röportajda ‘medeniyet’ ve ‘barbarlık’ kavramını neler yaparak asıl kimlerin hak ettiğini büyük bir isabetle ortaya koyuyor Chomsky:
“Bir kere şunu kabul etmek zorundayız ki, işlenen cinayetlerin ve suçların büyüklüğünü dikkate aldığımızda, Batılı ülkelerin şimdiye kadar gerçekleştirdiği yıkım, şiddet ve terör, şu anda terörist ya da etnik milliyetçi olarak adlandırılan grupların gerçekleştirdiğinin çok çok üstündedir.
Sadece Irak’a bakalım. İşgalden sonra en iyimser tahminle yüz bin insan öldü; ölmeye de devam ediyor. Buna karşılık tarihin gördüğü en büyük terörist olayda, 11 Eylül olayında sadece üç bin civarında insan öldü.
1973 yılında Birleşik Devletlerin parmağının olduğu Rio olaylarında, başkanlık sarayının bombalanması, askerî darbe, cumhurbaşkanının öldürülmesi ve Latin Amerika’nın en eski demokrasisinin yok edilmesi sırasında yaklaşık altı bin kişi öldürüldü. Eğer bu sayının nüfusa oranı Birleşik Devletlere uygulansa, yaklaşık yüz bin insandan bahsediyor oluruz. İdarecileri medeniyetten dem vuruyor ama şu anda ABD, kaybolan, akıbetlerinden haber alınamayan, işkence ve tecavüze maruz kalan insanların ülkesi konumunda.
Sadece bu mu? Elbette hayır. ABD’nin doğrudan giriştiği eylemler dikkate alındığında hesaplanamaz bir büyüklüğe tanık oluruz. Nikaragua’ya yapılan saldırıyı ve işlenen cinayetleri hatırlayın. O dönemde ABD, devlet terörü suçundan Dünya Mahkemesi’ne şikâyet edilmişti. Ama mahkeme, ABD’yi çok sınırlı bir çerçevede yargılayabilmişti. Çünkü ABD kendisini bağlayacak her türlü uluslar arası anlaşmaya imza koymaktan Azrail görmüş gibi kaçıyor. Bu yüzden işlediği büyük suçlara karşı ABD yargılanamaz. Bunlar arasında, uluslar arası cinayet, işgal, hatta soykırım bile var.
Yaptığı sınırlı yargılamada Dünya Mahkemesi, Nikaragua ile ilgili olarak ABD’yi hukuksuz güç kullanmakla suçlayıp, yalnızca bunu kesmesini ve yol açtığı zararları tazmin etmesine hükmettiğinde, ABD’nin buna cevabı Nikaragua’ya yeni bir saldırı olmuştu.
Kaldı ki bu bahsettiğim sadece tek bir örnek.
Bugünkü politikasıyla ABD’nin dünyadaki tüm terörist eylemleri başkalarına izafe etmesi tartışmaya değecek bir konu bile değil.
Belki terörist eylem olarak adlandıramayız, ama bu ülkenin yaptığı savaşlara bir bakın. Vietnam’da dört milyon insan öldürüldü. Vietnam’da kullanılan kimyasal silahlar yüzünden bugün orada hâlâ insanlar ölüyor.
Bu sadece ABD’nin yaptığı... Bir de onun kadar güçlü olmasa da, Fransa’nın Afrika’da, İngiltere’nin Kenya ve diğer yerlerde sıradan bir terör eylemini kat be kat aşan cinayetlerini hatırlayın.
O yüzden ‘barbarlığa karşı medeniyet’ lâfı, çok absürt kaçıyor. Dünya Moğol istilasından beri, Amerika ve yandaşlarının işlediği kadar barbarca zulüm görmedi.”
***
“Google’ın başarı öyküsü”
Teknoloji, internet derken dünyamız çok değişik bir yer oldu. Kas gücü tarihe karışırken, insanların zengin olma yolları da çok farklılaştı.
Bir bakıyorsunuz, üniversitede öğrenci iken geliştirdiği bir teknolojiyle aniden hayatı değişen, belki kendilerinin bile hayalinden geçmeyen bir hayata kavuşan insanlar türeyebiliyor.
İşte Google’ın sahipleri Larry Page ile Rus asıllı Sergey Brin de onlardan...
Yedi yıl önce 25 yaşlarında Stanford’da doktora yaparken, şimdi dörder milyar doların sahibi durumundaki bu iki insan, bu servete ‘google’ adını verdikleri bir arama motoru geliştirmeleri sayesinde ulaştılar.
Bu motorun diğerlerinden farkı, çok daha kullanışlı bir teknolojiye dayanıyor oluşu. Öyle ki, sekiz milyarın üzerindeki internet sayfasında tarama yapabiliyor. Üstelik bu sayfalardaki kelime ve görüntü taramasını saniyenin onda biri kadar bir süre içinde gerçekleştiriyor. Bu özellikleriyle dünyanın en ileri arama motoru sayılmakta...
Sahiplerini dünyanın en zenginleri listesine sokan Google, haziran ayı başından beri yatırımcıların gözdesi. Hisse senetlerinin değeri bir yıl öncesine göre üç misli artıp 290 dolara ulaşmış vaziyette... Credit Suisse, senetler için hedefini şimdiden 350 dolara çıkarmış durumda.
İnternet kullanıcıları herhangi bir arama yaptıklarında, Google o konuyla ilgili reklam veren şirketlerin internet sayfalarını da arama sonuçlarıyla birlikte listeliyor. Kullanıcılar bu reklamları her tıkladığında ise o şirketten reklam geliri elde ediyor.
Google’un bu olağanüstü başarısı, yarının dünyasında fikir üretiminin ne kadar büyük boyutlara ulaşabileceğinin de bir göstergesi. Ve gençler için büyük bir imkân... Meselâ Türkiye’de bir üniversite öğrencisinin yeni bir internet teknolojisi geliştirip google kadar başarılı olamayacağını kim iddia edebilir?
İnsanları fikir üretmeye ve bu fikri uygulamaya yönlendirmek için google’ın şu an itibariyle en büyük medya devi sayılan Time Warner’ın piyasa değerinin üstüne çıktığını da ekleyelim.
Kimbilir, belki aramızdan birileri yeni çağa ayak uydurmak adına, içinde bir kıpırtı hisseder.
***
“Günün modası demek, kendine güvensizliğin çağdaş adıdır.”
— Ünlü modacı Cemil ipekçi, insanların ne giyeceklerine hep beraber karar verdikleri bir yerde ‘çağdaşlık’tan değil, olsa olsa ‘kendine güvensizlik’ten bahsedilebileceği tespitini yaparken bizce çok haklı.
***
Onlar kimin çocukları?
Birçok anne baba, “Onlar benim çocuklarım değil mi?” ya da “Anne babalarının çocuklarını en iyisi olduğunu düşündükleri biçimde etkilemeye hakları yok mu?” diyerek çocuklarını kendi değerlerine göre kalıplama çabalarını haklı göstermeye çalışırlar. Çocuklarını bütünüyle kendi ‘uzantıları’ gibi görürler. Bu nedenle yapamadıkları şeyleri yapmaları, olamadıklarını olmaları ya da kendi iyi çocuk tanımlamalarına uymaları için çocuklarını zorlarlar.
Çocuğunu farklı bir kişilik olarak gören bir anne baba ise, onun kendi hayat ‘programını’ geliştirmesine izin verir. Böyle bir anne baba çocuğunun biricikliğini kabullenmeye hazırdır.
Şimdi soruyu tekrar düşünelim: Onlar kimin çocukları?
Evet onlar bizim çocuklarımız...
Ama bizim kişiliklerine küçücük bir çizik bile atmaktan endişe etmemiz gereken çocuklarımız!
***
Bir soru, Bir cevap
Soru: Sizin itirazınız, röportajcıların popüler kültürün peşinden gitmelerine mi?
Cevap: Elbette popüler kültür, genel yayın yönetmeninden köşe yazarına, röportajcısından muhabirine kadar herkesi etkiliyor. Çünkü okuyucuya ulaşmada popülerlik kriteri önemli bir etken. Ama bu, röportajcıları bir kısırdöngünün içine atıyor. Sinema dediğimizde belli oyuncuların ve belli yönetmenlerin peşine takılır hale geliyoruz. İşadamı dediğimizde kimi öne çıkmış holding sahiplerinin dışında bir iş dünyası şekillendiremiyoruz. Bu da bizi, kaba bir hesapla, üç yüz-beş yüz kişilik bir portreye mahkûm ediyor. Ama ülkenin ne kalbi, ne gözü, ne kulağı, ne beyni bu insanlardan ibaret.
İşte burada kimi zaman çok popüler değil, ama yaptığı iş hakikaten anlatılmaya değer, söyleyecek yeni sözü olan insanları bulup, çıkartıp, bunu röportajınızla, okunabilir, izlenebilir hale getirebilme çabasını gösterme, emeğini verme, enerjisini sarf etmeyi göze alıyor muyuz? Başarı tanımını şekillendirmede o röportajlar ciddi rol oynuyor. Kim, neye göre başarılı? Kim ne yapmış da başarılı olmuş? Bakıyoruz, hakikaten hem topluma, hem çalıştığı kuruma ihanet etmiş, hem ahlâkî anlamda ihanet etmiş; ama sonucunda müthiş maddî çıkar sağlamış, ünlenmiş kişileri medyamız, röportajlarda birer “kahraman” olarak sunarak başarılı olarak gösteriyor. Öyle insanlar var ki, sırtlarında kamburlarıyla dolaşıyorlar. Ama kendileriyle röportaj yapıldığında karısıyla nasıl tanıştığı, hangi marka gözlük taktığı ve en sevdiği yemeğin ne olduğu sorulduğunda kendilerine; bilmeden onların işlediği suçlar, işledikleri günahlar da meşrulaştırılmış oluyor. İşte buna itiraz ediyorum.
— Medyanın kimleri, nasıl meşrulaştırdığını anlatan bir soru cevap…
***
“Bir rüyayı sadece tek bir şey imkânsız kılar: Başarısızlık korkusu.’’
— Paulo Coelho, ‘Simyacı’dan.
***
İnsan dediğin...
İnsan hakikaten çok kompleks, karmaşık, iç içe âlemleri bünyesinde barındıran bir varlık. Böyle olunca, çelişkileri de o denli derin oluyor tabi. İşte onlardan bazıları:
İnsan dediğin...
Çocukken sıkılır ve hemen büyümeyi ister; büyüyünce de tekrar çocuk olmayı...
Para kazanmak için sağlığını kaybeder; sonra da sağlığını kazanmak için parasını...
Merakla geleceğini düşünüp geleceğini yitirir; gelecekle birlikte de bugününü...
Ve en kötüsü...
Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşayarak ahiretini kaybeder; ve hiç yaşamamış gibi ölerek de dünyasını... (Allah korusun!)
***
BİR DUA
“Allahım,
Bize korkundan öyle bir pay ayır ki, bu sana karşı işlenecek günahlarla bizim aramızda bir engel olsun. İtaatinden öyle bir nasip ver ki, o bizi cennete ulaştırsın. Yakîninden öyle bir hisse lütfet ki dünyevî musibetlere tahammülümüz kolaylaşsın.”
— Peygamberimizin (asm) sohbet meclisinden kalkarken okuduğu duası.