TR EN

Dil Seçin

Ara

Küçük Renkli Taş / Hayat Öyküleri

Küçük bir çocuk, bir gün, kaybettiği oyuncaklarından birini ararken, evlerinin misafir odasında duran dolabın içine de bakması gerektiğini düşündü. Bu içi aynayla kaplı dolap, kendini bildi bileli orada dururdu. İçinde, bir yığın süs eşyası ve annesinin en sevdiği, kenarında kuş resimleri olan porselen tabaklar bulunurdu.

“Bunun içinde ne kadar da çok şey varmış.” dedi, dolabın her iki kapağını da yanlara doğru açabildiği kadar açarken. En üst raf, kuşlu tabaklara aitti. Aradığı oyuncak orada olamazdı. Olsa da, zaten oraya uzanıp bakmasının imkânı yoktu.

En alt rafta ise, annesinin dediğine göre, büyük büyük babaannesinden kalma eski eşyalar vardı. “Bunlar çok kıymetli..” diye geçirdi içinden.

Orta raf ise en kalabalık olanıydı. Anne ve babasının evlilik davetiyeleri, içinde hiç de lezzetliymiş gibi görünmeyen küçük beyaz şekerlerin bulunduğu bir kaç tüllü sepet, üzerinde Elif-Ba harfleriyle yazılar olan parlak bir levha, sapı kırılmış iki tane mavili çiçekli fincan, tahtadan yapılmış bir kutu, kutunun yanında kocaman bir deniz kulağı, deniz kulağının yanında ise küçük renkli bir taş parçası..

“A aa! Bu taş neden burda?” diye sordu küçük çocuk. “Annem bu sokak taşını, neden aynalı dolaba koymuş acaba?” En iyisi anneye sormaktı, taşı oradan alarak doğruca oturma odasındaki çiçekleri sulayan annesinin yanına koştu. Taşı annesine uzatarak:

“Anne, bu taşı neden aynalı dolaba koydun?” diye sordu.

Annesi, oğlunun elindeki taşı görünce önce biraz şaşırdı, sonra da çehresine yayılan tatlı bir tebessümle, “Onu nereden buldun sen. Gel de anlatayım sana o taşın hikâyesini.” dedi.

Taşı çocuğun elinden alan anne, onu dudaklarına götürerek üzerine küçük bir buse kondurdu. Sonra da, iyice meraklanan küçüğü dizlerine oturtarak anlatmaya başladı:

“Yavrucuğum, sen henüz yürümeye başlamıştın. Ama, yaşıtların küçük küçük konuşmaya başladığı halde tek kelime bile etmiyordun. Babanla ben buna çok üzülüyorduk. ‘Acaba minik bebeğimizin bir konuşma problemi mi var?’ diye endişe ediyorduk. Bir pazar sabahı, hep birlikte deniz kıyısına gittik. Sen, düşe kalka kumlarda oynuyordun. Arada bir sahile vuran dalgaların pıtır pıtır dağılan köpüklerine çıplak ayaklarınla basıp, neşeli çığlıklar atıyordun. Bir ara koşarak yanımıza geldin. Avucundaki şeyi bize göstererek, “Anne bak! Baba bak!” dedin. Bunlar senin ağzından duyduğumuz ilk sözcüklerdi. Bize gösterdiğin şey ise bu küçük, renkli taştı. Öyle sevinmiştik ki, ben o günün hatırası olarak, bu taşı eve getirdim ve sakladım.”