Çocukluğum sisler içinde, sisin orta yerinde yol alan yaşlı bir arabanın farları gibi zor seçiliyor.
Bugünümden çocukluğuma yürüyorum. O uzun mesafeyi bu sefer tersten yürüyorum. Hayatıma doluşan onca kalabalığı yarmak zor oluyor.
İnadına büyümekten, büyürken kirlenmekten, kirlenerek ölmekten kaçıyorum. Öle öle var olamam. Evet yürüyorum, çocukluğum el sallıyor bana. Sis aralanıveriyor...
Oyuncaklarım var. Hepsi büyülü birer gelin bebek. Evimizin en tatlı, en vazgeçilmez insanı ninemin masallarını anlatıyorum bebeklerime. Dikine yükselen dağları, ter içinde kalan Ferhat’ı, dağın öte yanında aşkta yanan Şirin’i, Mem ile Zin’i konuşuyorum onlarla. Sonra padişahları, Simurg’u, otuz kuşu, Anka’yı... Anlattıkça kalbim atıyor, ısınıyorum. El sallıyorum uzağa giden yolculara. Ferhat’a kuvvet, Şirine sabır dileniyorum Allah’tan. Çoğalıyorum devamlı, yalnızlık nedir bilmiyorum. O kadar insan var ki bu masallarda... İyi insanlar... Hepsi de dirilmeye gidiyor ulaşmak istedikleri yerde. Güç onlarda değil ve çok güçlü olmak gibi bir dertleri de yok. Hayatı konuşuyorlar, ölümü değil.
Kahramanlarımla birlikte yolculuğa çıkarken, gittiğimiz yerlerde dirilirken bebeklerim de katılıyor bize. Sanki gülümsüyorlar, yanakları hafiften pembeleşiyor. Adım atıyorlar yaşadığım evrene, düşlerimi görüyorlar. Boz bir ata binip bu evden ayrılmak, hayatlara karışmak istiyorlar. Çocuklarımız olsun, yavrularımızın ellerinde beyaz gelinlikli bebekler dolaşsın, diyorlar.
Erkek kardeşim haylazlık yapıp duruyor, bebeklerimin saçlarını çekiştiriyor. Onun küçücük bir atı var, üzerinde yiğit bir delikanlı, o benim diyor. Nereye gidiyorsun böyle, diyorum kendisine. Gözlerini uzaklarda dolaştırarak söyleniyor: Prensesi almaya... Düşlerinde atın sırtından inmiyor. Dağ tepe düz gidiyor. Ne zamana kadar bu böyle devam edecek, diyorum. ‘Solmuş tek bir yüz kalmayıncaya, bütün ovaları renk renk çiçekler basıncaya kadar yolculuğum devam edecek. Tebessüm ede ede, güleç yüzlerle dola dola prensesin ülkesine gideceğim, iyilikler beni oraya taşıyacak.’ diyor.
Sıkıntıların çökerttiği yüzlerle içimden vuruluyorum. Açlıktan ölen çocuklar yüzünden babama kızıyor, büyükleri suçluyorum. ‘Hep onlar yüzünden’ diyorum, ‘görmüyorlar mı bu çocukları, onlara niye bir şey ulaştırmıyorlar sanki. Kavga edeceklerine konuşsalar ya!... Birbirlerinin gözlerine baktıklarında çocukluklarını görecekler orda, silahı bırakıp çocuklara koşacaklar.’
Daha fazla bir şey yapamamak canımı sıkıyor. Bebeğimi arkadaşlarımla paylaşarak rahatlıyorum. Ablamın yeni doğmuş bebeğinin yanaklarına öpücükler bırakarak yumuşuyor acım. ‘Ben kötü bir büyük olmayacağım, çocuklardan yana kalacağım.’ diyorum kendime.
Büyüyormuşum gibi geliyor bana. Pencereden sokağa bakıyor, dışarıda olup bitenler gelip gözlerime konuyor. Evimizin önünden tren yolu geçiyor. Bağıra bağıra gelen her tren yakınımızdaki istasyondan insanları alıp götürüyor. Nineme soruyorum: ‘Bu trenler insanları nereye götürüyor?’ Simasına bir derinlik katan örtünün çerçevelediği yüzüne bakıyorum öylece, gözlerine... Uzaklara gidiyor bu sorumla birlikte... Uzun uzun susuyor... İki elimden tutup onları hafifçe sıkarak, gözlerimin içine doğru konuşuyor: ‘Buna büyümek treni derler yavrucağım. Her insan bir gün ona biner. İlk kompartımanda başlar büyüklüğü. Son kompartımana gelince büyümek canını acıtır, çocukluğunu hatırlar, geri dönmek ister. Fırsat vermezler ona, hayır derler, yolculuk bitti! Geri dönmez ama, trenden indirilinceye kadar orada kendince bir çocukluk yaşar. Şu an bu çocukluğu yaşıyorum. Biraz da bu yüzden seni en çok ben anlıyorum, kendilerine biraz benzedikleri için çocuklar ihtiyarları daha çok sever. Kısa bir süre sonra bir tren daha gelecek, o senin trenin, seni alıp götürecek. Çocukluktan, benden...’
Aklıma büyükler yüzünden ölen çocuklar geliyor, korkuyorum. ‘Hayır’ diyorum, ‘bu trene binmek istemiyorum.’ İki koluyla bedenimi kavrayan ninem kendine çekiyor beni. Alnıma bir öpücük konduruyor: ‘Ben de istememiştim, ya bebeklerim demiştim. Hayır yavrucuğum! Bu bizim kaderimiz, bineceğiz. Bir şey yapabiliriz sadece... Benden sana bir tavsiye bu... O trende hep çocukluğunla kal, içinde o konuşup dursun.’
Çok fazla bir zaman geçmiyor. Bebeklerimi kutularından çıkarmadığım günler arka arkaya sıralanıyor. Bebeksiz geçen saatlerime yavaştan alışıyorum. Şimdi daha fazla saçımı tarıyorum. Yollarım parka uzanıyor, oyuncaklarım değişiyor. Caddeler, arabalar, lokantalar, renkli elbiseler, deniz... Ne kadar farklı bir şey bu... İçine düşüyorum...
Annem bir gün beni bir binadan içeriye sokup bu senin ikinci evin diyor. Elbiselerim değişmiş. Sırtımda bir çanta; kalem, defter, kitap dolu... Bir sürü çocuk var ‘yeni evim’de... İçine girdiğimiz, sıralarda oturduğumuz geniş bir salonda bir kişi daha var, ayakta... ‘Öğretmenim’ diyoruz kendisine... Ne çok şey biliyor; önümüzdeki kitaptaki yazıların hepsini okuyor. Tahtaya bazı şeyler çiziyor devamlı. Biz de onları defterimize... Annemi, babamı, kardeşimi özlüyorum... Okul çıkışı annem karşılıyor beni, beraber eve geliyoruz. ‘Bugün neler öğrendin bakalım?’ diyor. Eve gelir gelmez defterlerimi gösteriyorum... Gözlerinde bir hayranlık okuyorum, ‘ne güzel’ diyor, ‘kızım büyümüş de yazmaya başlamış.’
Hayır, artık bebeklerim yok, var da birbirimizi görmüyoruz, annem onları kaldırmış ortalıktan. Öğretmenimin verdiği ödevi bitirdikten sonra azıcık televizyona bakıyor, annemlerin izlediği programları seyrediyorum.
Annemin, ‘bu senin ikinci evin’ dediği benzer başka evlerim de oluyor. Öğretmenlerim, öğrenci arkadaşlarım çoğalıyor. Çantamdaki kitapları okumaya başlayalı çok oldu. Gecelerimin çoğunu alan o kadar dersim oluyor ki. Bir çok sınava giriyorum, yeni yerlerde yeni dersler görmek için. Bitiriyorum hepsini. Hepsinden elimden bir şey kalıyor geriye: Yaldızlı çizgilerle çerçevelenmiş bir diploma... İsmim iri puntolarla yazılı... HAYAL DENİZ... Bitirdiğim okul...
Bir diplomaya sahibim şimdi. Bir de yorgunluk... Gelinlikli bebeklerim, kardeşim, atı, Ferhat ile Şirin, Mem ile Zin, Simurg, ninem, büyümek treni, hepsi geride kalmış... Geçenlerde bütün olanları ninem hatırlattı. Bir bayram günü ailecek mezarına gitmiştik. Ben bir karanfil bırakmıştım başucuna... Sonra bir ses duymuştum ordan. Bana öyle gelmişti... ‘Hani o trene binmeyecektin?! Görüyorsun değil mi, hepimiz geçmiş zamanına karıştık, büyüdün... Ve artık açlıktan ölen, öldürülen çocukların hesabını sormuyorsun büyüklerden. Çünkü sen de büyüksün artık...’
Ne yapacağım şimdi... İçimden bir şey yapmak gelmiyor... Canım sıkkın... Bir avukatım artık... Problemler bekliyor beni... Başkasının hakkını arayacak, problemlerini çözeceğim...
O da oldu... Hızın, karmaşanın, dramatik hayatların, ortamın dayattığı ihtiyaçların kıskacında kaybediyorum kendimi... Bir ırmağa düşer gibi düşüyorum ortasına hayatın... Belirlemediğim, çevremde bitiveren gerekliliklere yetişmeye çalışıyorum.
Hayata yetmek istiyorum, bana uzanmış ele bırakıyorum ellerimi bu yüzden. Birlikte bir yolculuk yapmaya karar veriyoruz. Artık ‘ben’ yok, ‘biz’ varız. Hayal ile Ufuk... Ufukta hayallerimiz oynaşıyor. Düşlerimiz var. Önemli insanlar olacağız. Bir numara... En çok biz kazanacağız...
Ben bir davaya, Ufuk bir diğerine koşuyor. Büromuz o kadar hikâyeye şahit oluyor ki... Borçları tahsil ediyor, evleri boşaltıyor, sonra eşleri boşuyoruz. Bitiriyoruz yani... Daha doğrusu biten sevgileri kayda alıyoruz. Bizim için başarı bu...
Ufuk, sağ elini havaya kaldırıyor, elini yukarı doğru kaldırıp ‘çak’ diyor bana. Karşılıksız bırakmıyorum havadaki avuç içini... Şaak diye bir ses çıkıyor iki avuç içinin birbirine çarpışından. Sonra bir sessizlik... Ahmet ile Ayşe ayrılmış, çocuk Ayşe’ye kalacak, Ahmet ise Ayşe’ye her ay bir miktar nafaka ödeyecek... Biz Ayşe’nin avukatıydık. Hâliyle Ayşe’den bize para gelecek. Bunun için ‘çak’laşıyoruz ya...
Nerden bilecektik havaya kalkan sağ elimizin bir gün boş kalacağını ve artık büromuzun duvarlarında ‘şaak’ diye bir sesin çınlamayacağını... Ahmet ile Ayşe’nin ayrılışına benzer bir sonuçla karşılaşacağımızı nasıl tahmin edebilirdik? Birbirlerine, ‘Seni gördüm mü, tüm görevlerimi unutuyorum, sana sevgi ile doluyum, bunu anlatmaya aşk sözcüğü yetmez. İçinde hem saygı, hem aşk, hem boyun eğme bulunan bir duygu... Bana nasıl bir büyü yaptın bilmiyorum.’ diyen biz değil miydik?
Bu sorunun cevabını bilmiyorum. Bildiğim gerçekten artık yorulduğum... Büyüsü kaçmış bir hayat var ortalıkta ve bu canımı sıkıyor. Yalnız kalınca, içime dönünce, kendimle yüzleşince çok şey fark ediyorum. ‘Evet’ diyorum, ‘bebeklerim vardı, kahramanlarım oluyordu ninemin anlattığı masallarda. Oynardım onlarla; hayatım genişler, yumuşardı. Büyüyünce çocukluğum, masal ve bebeklerim geride kaldı. Hayat boşluğu kaldırmaz, derler. Çocukluğumdan boşalan içim(iz)e yeni kahramanlar doluştu. Mücadele, daha çok kazanma, bir numara olma hırsı, kin ve nefret duyguları... Bir fark vardı bu yeni kahramanlarla ilişkim(iz)de. Bu sefer ben onların oyuncağı olmuştum; avuçları arasında şekilden şekle giriyordum. Artık ben, ‘ben’ değildim; yeni kahramanlarımın belirlediği tipleri oynuyordum. Anlıyorum ki, yorgunluğum ‘başkası’ olmaktan, kendimi yaşayamamaktan...
Bugün büyüklük tehdidi kol geziyor. Sokaklar, bütünüyle bir hayat, çocuk yaştaki büyüklerle dolu... Korkuyorum bize benzeyecekler; kahramanları değişecek ve yorulacaklar. Artık çocukların masalları yok. Naif yürekler, uyanık para gözlü adamların piyasaya sunduğu, çocuk yüzlü bakıştan uzak metin ve filmlerle kirleniyor. ‘Güç bende’ diyen kahramanların döktüğü kanların içinde kalıyor Küçük Prens... Hayat çocuksu yüzünü yitiriyor, farketmiyor musunuz?
Prensesim, çocuğum beni ayakta tutuyor şimdilerde. Adı Yağmur... Annesinin ümitlerini yeşerten bir yağmur. Toprak oluyorum ona, üzerime yağıyor. Hayatın hayhuyunda boğulan çocukluğum diriliyor, onu yeniden öğreniyorum. Yağmur sayesinde.
Ninemin yaşına gelmeden ‘büyümek treni’nden iniyor, o trene taş atıyorum şimdi. Beni en çok heyecanlandıran, taze tutan, diri kılan şey çocuklar için yazılanlar oluyor. Ne çok kitap aldım bu sıralar. Meselâ biraz önce bunlardan birini, yani Gülistan’dan hikâyeler okudum. Kızım bunları dinlerken uyudu.