TR EN

Dil Seçin

Ara

Gözlere, Gözlere Bak!

Amerikalı gazeteci kuytularda (unutulmuşlukta) kalmış bir Afrika ülkesine yaptığı yolculukta, açlığın ve yoksulluğun nişânesi insanlara şu garip soruyu sorar:

Siz niye bu kadar aç ve yoksulsunuz?

Garip bir soru... Öyle değil mi, yani. Dünyayı kontrol merkezine dönüşmüş bir ülkenin gazetecisi, dünyada nelerin olup bittiğini bilmeyecek kadar şaşkın mıdır? Afrika kıtasının böylesi aç ve yoksul olmasının tarihi bilinmez mi? Yoksa Amerikalı dediğimiz insanlar, dünyayı hep böyle turistçemi algılarlar?

Yine de haksızlık etmeyelim; belki de soruyu besleyen, bir inanamazlıkdurumu söz konusudur. Dünyanın beslediği Amerikanın aşırı tüketim ortamından Afrikaya ve Afrikalıya bakmanın getirdiği bir arıza durumu, böyle bir soru sordurabilir.

Tıkınmaiçinde görünür olan, hazile artarak devam eden bir yaşam tarzının tanığı bir gazeteci, aç bir kıtaya inanamamış olabilir; çünkü o, aşırı tıkınmanın doğurduğu sorunların ülkesinden gelmektedir.

Siz niye bu kadar aç ve yoksulsunuz?

Gazetecinin garip, biraz da naif sorusu Afrikalı tarafından şöyle cevaplanır:

Siz bu kadar tok ve zengin olduğunuz için...”

Bu türlüsüne, tokat gibi cevapdenir. Ve bu cevap zımnen der ki: Hırsızlar evimizi basıp çoluk çocuğumuzun rızkını aldılar. Hiç kimsenin olmayan dünyanın bize düşen payına da konduklarından, bugün birileri tok ve varlıklı, biz ise aç ve yoksuluz. Sen Amerikalı gazeteci! Avurtlarımızı, bolca etli ve diri yüzünüz çökertiyor. Artan yağlarınız, genişleyen kalçalarınız, elbiselere sığmayan göbekleriniz sayesindedir, bizim ve çocuklarımızın ölümü...

...

Ülkelerimizin sokaklarında dolaşan yorgun ve bitkin adımlarımız, bizi Afrikalının yanı başına bırakıyor. Afrikalı kardeşimizdir, kardeşimizin cevabı da cevabımız... Hakve adaleti, kendilerine vazgeçilmezkılmayan güç’lülere aynı şeyi diyoruz:

Siz bu kadar güç’lü olduğunuz için, biz bu kadar bitkin ve yorgunuz.

Ayaklarımıza basa basa yürüdüğünüz için, ayaklarımız çıplak ve yaralı; kendimizi dikenli yollara vurmamız, bizim de hakkımız olan yolları kapattığınızdandır. Hep gittiğiniz için biz gidemiyoruz.

Bizden daha az çalıştığınız ama daha çok aldığınız için, biz bu kadar çok yoruluyor ama az alıyoruz.

Siz alabildiğine janjanlı olduğunuz için biz bu kadar silik ve renksiziz.

Tenlerinizin tazeliğinden dolayıdır yüzümüzün kavrukluğu. Ellerinizin yumuşaklığıdır, ellerimizi taşlara vurduran, dikenlere batıran.

Bizi kuytulara, meydanları dolduran bedenleriniz itiyor. Şişine şişine konuştuğunuz için sesimizi duyuramıyoruz. Sessizliğimizden değil, aşağılarda tuttuğunuzdandır mikrofonlarda olmayışımız. Bizi yersiz ve yurtsuz bırakan, koltukları dolduran cüsselerinizdir.

Köpürtülmüş sevinçlerinizdir bizi sevisiz bırakan. Salonların iç okşayıcılığının hepsini rezerve ettiğiniz için, biz meydanların soğuklarını ev biliyoruz. İçerilere alınmadığımız için, dışarılara bu kadar aidiz ve bu yüzdendir yüzlerimizin soğuklara yuva olması. Biz dışarıda olduğumuz için siz içeridesiniz.

Merasimleriniz böylesine şatafatlı olduğu için bayramlarımız bu kadar kimsesizdir. Çocuklarınızın düğünü babalarına ‘şerefkazandırdığı için, düğünlerimiz babalarımızı utandırıyor. Babalarınız kendilerini böylesine ortalığa koyduğu için, babalarımız bu kadar geride; sinik, utangaç ve mahcup duruyorlar. Çok insanı hizmetinize koşturduğunuz için, biz başımızın çaresine bakmak durumundayız. Siz bu kadar rengi topladığınız için, biz bir tek rengin içinde kımıldanıp duruyoruz. Yollar size açıldığı için bize kapanmış.

Kalplerinizin ve evlerinizin etrafını yükselttiğiniz için biz böyle sokakta ve korunaksızız. Yıkılmadığınız için yıkılıyor, düşmediğiniz için düşüyoruz, yaralanmadığınız için yaralanıyoruz. Gidebildiğiniz bu kadar yere sahip olduğunuz için, biz burada hep böyle kalakalıyoruz.

Bizi hüzünlendiren, coşkularınızın sınır tanımazlığıdır. Susuyoruz, çünkü hep siz konuşuyorsunuz. Önüne geçilemeyen oburluğunuz, bizi güçsüz bırakıyor. Umursamazlığınız, hırçınlığımızı büyütüyor. Abartılı renkli fotoğraflarınız, bizi siyah-beyaz karelere hapsediyor. Siz vermeyi unuttukça, biz ısrarla istemeye devam ediyoruz.

...

Oysa biz, hep birlikte; çocuklarına, komşusuna, sokağına, mahallesine, şehrine, ülkesine, yaşadığı dünyaya sığınak olan kutlu erlerin kalplerine tutunmuştuk. Develer için, hurma ağaçları için, ezilmiş bütün renkler için, boğdurulan kız çocukları için, üzeri çizilen bütün kadınlar için, kalbi kırıklar için, kimsesizler için sığınak olan, ev olan, müjde olan seçilmişlere koşmuştuk. Eteğine uzanmış kedinin uykusunu bölmemek adına eteğinden vazgeçen bir seçilmişin kalbine baka baka büyümüştük.

Peygamber kızı Fatımanın çeyizi olmadığı için başkası evlenebilmişti, peygamber aç kaldığı için açlar doyabilmişti. Halife, ganimet kumaştan sadece payını aldığı için, başkası giyinebilmişti; gecenin karanlığında sırtında bir çuval dolusu erzak taşıdığı için, babasız çocuklar doyabilmişti. İnsanın dirilişine zemin hazırlamak üzere memleketlerini bırakıp gidenler olduğu için memleketlerine dönebilenler olmuştu.

Kalpleri ve vicdanları diri insanlar vermeyi çoğalttıkları için, gün gelmiş ‘alanlar kalmamıştı. Çünkü yalnız başlarına değil, hep birlikte yola çıkmaya yazılmışlardı. Aynı açık yollarda yürümeye, kapanmış yolları da hep birlikte açmaya söz vermişlerdi. Aç bir komşunun varlığında hiçbiri kendini tok hissetmemişti. Güç’lü değil, haklı olmayı tercih etmişlerdi.

Şimdi, evet şimdi, kimimiz şen kahkahalar atarken, kimimiz de yoksulluğun kara mı kara açlığına teslim olmuş. Beyazve siyahkadar, birbirlerine uzak ve karşıt sınıflara ayrılmış durumdayız. Beyazların örselenmemişliği ve her şartta bir yolunu bulup düze çıkmaları, siyahları biraz daha incitip yollarını biraz daha kapatıyor.

Farkında değil misiniz, hepimiz boğuluyoruz. Korunaktan ve örselenmemişlikleri beyazlara kefen olurken; diğerleri, yoksulluğun karalığında ve örselenmişliğin acısında kara bir uykuya düşüyor.

Çağrı hepimizedir!

Kalbini ve vicdanını örten, seni boğan inlerden çık; adım at sokağa, hayata... Gözlere, gözlere bak! Bak derinliğince... Aç kalbini insan kardeşine, yol et kendini başkasına, ev ol kalbi kırıklara... Merhamet, daha çok merhamet!

Unutma!

Unutma ki merhamet, sebeplerle görünür olan Rahman’ın isteğidir. Gören göz, veren el, doyuran her kapı, Rahman’ı işaret eder. Merhametin yoksa, iyileştirici bir rüzgâr olup düşmüşlerin yüzünde esmiyorsan, Rahmandan da habersizsin. Yüzün Rahman’ı hatırlatmıyorsa, sen de yoksun!...