TR EN

Dil Seçin

Ara

Musibetler Zamanı / Bakış Açıları

Dünyaya ait zevklerimizi acılaştıran, keyfimizi kaçıran, planlarımızı alt üst eden, bizi bulunduğumuz hâlden bambaşka yerlere sevk eden musibet anlarını, çoğu zaman, sadece kötü olarak görürüz. Bunun nedenlerinden birisi musibetleri dünya nazarı ile değerlendirip, dünyanın dışına çıkamamaktır. Olayların kendisinin dışına çıkamadığımızda onları anlamlandırmak, hiçbir zaman kolay olmamıştır. Her seferinde ‘niçinli’ sorular ile anlamını sorgulamışızdır. Niçin durup dururken öyle olumsuz bir şey ile karşılaştık? Niçin daha iyi şartlarda yaşamadık ya da yaşamıyoruz? Halbuki şöyle şöyle olamaz mıydı? Öylesi değil de böylesi bizim için daha mükemmel olmaz mıydı? Niçin olmadı?..

Burada her ân mutlu olmaya, ve keyif içinde yaşamaya şartladığımız için kendimizi, en küçük bir sıkıntıya, acıya tahammülümüz kalmıyor. Mutlu olma hırsı, acı karşısında bizi çıplak ve savunmasız bırakıyor.

Zaman zaman kendimize baktığımızda ve özellikle geçmişimizi düşündüğümüzde, musibet ânlarında—hadiste de geçtiği üzere musibete ilk tosladığımız ânda—mü’mince bir duruş sergileyebilmenin kolay olmadığını görürüz.

Bu noktada, yazdıklarını yaşayan bir insan olarak Bediüzzaman Said Nursi’nin yaptığı bir iman tarifi, ruhumuzu sakinleştirecek ve yaşadığımız olayları anlamlandırmamızı sağlayacak ip uçları verir: ‘İman her şeyin onun kabza-i tasarrufunda olduğunu bilmektir.’

Cümle çok kısa ama ne çok derin. Her ân her şeyin, O’nun ilim ve kudretinin dahilinde olduğunu bilmek ve bunu bilerek yaşamak.

Burada ‘her şey’ kelimesini tırnak içine alalım ve ‘her şey’ kelimesinin içine, ‘her şeyi’ koyalım.

Her şeyi... Musibetleri, dünyada olup biten olayları, ve kendi ânlık ruh hallerimizi bile...

Bu cümle ile, yaşadıklarımızı yorumlayabildiğimizde; karşılaştığımız hiçbir olay, durup dururken olmuş olmuyor. Hepsi birer anlam ifade ediyor. Çünkü biz iman ettik. Yani eşyanın, her hâlin, canlıların, insanların, evrenin, tüm mahlûkatın, her şeyin, O’nun iradesi altında olduğuna inandık ya da buna hakkıyla inanmak istiyoruz. O, öyle bir Yaratıcı ki, varlık sahasına çıkmış ya da çıkmamış olsun her şeye rahmetiyle ve ilmiyle nüfuz ediyor. Öyle ise tüm insanlıkla birlikte bize de hükmediyor ve biz başıboş değiliz. Yani kimsesiz değiliz. Sahibimiz var. Sahibimiz var demek benliğimize zor geliyor. Sahibsiziz demek ise ruhumuzu titretiyor.

Olumsuz bir hâl ile karşılaştığımızda eğer o hâl bizi Yaratıcıya yakınlaştırıyor ise, o bizim için hayırdır. Çünkü biz bu dünyaya sadece mutlu olmak, rahat içinde yaşamak için gönderilmedik. O’nun kudretine, azmine, zenginliğine, tüm eşyaya hükmeden varlığına şehadet etmek için gönderildik.

Eğer musibet ânındaki hâlimiz, O’nun birliğine daha yakın duruyor ise, o hâl bizim için hayırdır. Yaşamımızın her adımının, her milimetresinin ahiretteki karşılığı, daha güzel ise, o hâl bizim için hayırdır. Çünkü dünya hayatının dünya hayatına kıyasla iyi ya da kötü olması, pek bir anlam ifade etmez aslında. Eğer musibetleri “Niçin başıma geldiler?” ile karşılar ve Yaratıcı’dan memnuniyetsizlik duyarsak; işte o zaman geçek bir musibete uğrarız.

Ne ile karşılaşırsak karşılaşalım, bizi dünya hayatında ne hâle sokarsa soksun. Eğer, Hz. Peygamber’in şu duasını yapmaya sevk ediliyorsak, o hâl bizim için hayırdır:

“Ey varlığı halden hâle sokan Allah’ım. Mevcut hâlimi en güzel şekle çevir!