Ne zamandır uyuduğunu bilmiyordu. Uzun süredir uykuda olmalıydı. Gözlerini açmamıştı daha. Dışarıdan gelen sesleri dinlemeye başladı. Araba sesleri geliyordu daha çok, bir de martı sesleri... Martıları seviyordu, özellikle bembeyaz tüyleri olanları. Onların gökyüzünde süzülüşünü seyretmek ve seslerini dinlemek ruhuna huzur veriyordu. Sabah olunca gözlerini açmadan dışarıda olup biteni dinlemek ve anlamaya çalışmak da hoşuna gidiyordu.
Gözlerini açtı. Tüm duyularıyla hissetmek istiyordu bu yaz sabahını. Güneş aydınlatmıştı her yeri. Pencereyi açtı bu aydınlık, ruhunu da aydınlatsın diye. İstanbul, sabahları daha da güzel oluyordu. Gökyüzü parlaktı, kirlenmemişti daha. Bu temiz havayı tüm zerrelerine hissettirmek istercesine içine çekti. Nefes alıp veriyordu. Kendisiyle birlikte tüm kâinatın nefes aldığını düşündü. Ve ah! Evet! Hâlâ yaşıyordu, kâinat ile birlikte. Nefes alıp vermek yaşamanın en büyük belirtisi değil miydi ya zaten! Bu güzel yaz sabahında yaşıyor olmak güzel bir duyguydu. Kendisine bu güzellikleri veren ve hissettiren merhametli bir varlık olmalıydı. Tüm insanlığı çok seviyordu ki her şeyi en ince ayrıntısına kadar yaratmıştı. Bunları düşününce ruhu huzurla doldu.
Ama sonra, yüzünde bir hüzün belirdi. Geçen hafta dergide okuduğu cümle geldi aklına: ‘Oksijenin, kötü bir yönü var. Oksijen enerji üretmek için besinle birleşir ama aynı zamanda fazladan bir elektronu olan ve vücuda zararlı atomlar da üretir. Sürekli oksitleniyoruz. Nefes almanın biyokimyasal bedeli, yaşlanmak. Yani paslanıyoruz...’
Bu cümleleri unutamıyordu. Demek, yaşamak için aldığı her nefes sürekli etkisinde olduğu ölüme biraz daha yaklaştırıyordu onu. Bu nasıl bir çelişkiydi böyle. Bu durum ruhuna çok ağır geliyordu. Martılar da nefes alıyordu, bembeyaz tüyleri olan martılar... Onlar da yaklaşıyordu ölüme yavaş yavaş. Ya sevdiği insanlar ve yakınları... Bütün kâinat nefes alıyordu... Tüm bu güzelliklerin, bu yaz sabahının, emek verdiği hayatının bir gün bitecek olması kendisini hüzne boğdu...
Ama ölüm tüm gerçekliğiyle karşısında duruyordu. Ölüm değişmiyor, ölmüyordu. Kabir kapısı kapanmıyordu. Hayatın tam içindendi. Ölüm de hayat kadar mahlûktu.
Yaratılmış ve yoktan var edilmişti.
Çiçekler soluyor, hayvanlar ölüyordu, güneş batıyor, dünya yaşlanıyordu...
Büyük bir insan olan âlem dahi ölümün pençesinden kurtulamıyordu.
Ölüm daima göz önündeydi.
HER AN GELEBİLİRDİ...
Kâinatın zeval ve ölümü kendisini ağlatıyordu. Bir gün öleceği düşüncesi kalbini sıkıştırıyordu. Ölümle birlikte insanlığın ve dahi kendisinin acizliği ve fakirliği değişmiyor, aksine ziyadeleşiyordu...
Ölüm kaçınılmaz ise ve hayat kadar mahlûk ise onunla yüzleşmeliydi. Onunla yüzleşmenin bir yolu olmalıydı.
Hayatın önemli bir parçası olan bu şeyi göz ardı edemezdi. Ölümü anlamlandırmak ve iyi bir neticeye vardırmalıydı. Yaratılan her şeyin bir hikmeti ve amacı var olduğuna göre ve ölüm de yaratılmış ve yoktan var edilmiş ise, onun da bir amacı, bir hikmeti olmalıydı.
Dinlemeye başladı ölümü, ne talep eder diye... Ve bakmaya başladı ölümün yüzüne, ne ister diye.
Ölümü düşünmenin verdiği o ilk panik hissinden sıyrılıp, düşünmeye başladı:
Ölümü düşünmesiyle birlikte hayata biraz daha odaklanmaya başlıyordu. Hayattaki saptırıcı şeyler—hırsları, anlamsız arzuları, kızgınlıkları, kini, benliği—ölüm düşüncesiyle daha da sönük bir hâl alıyordu. Öfke duyduğu insanları affetmek, onların güzelliklerini gözlemlemek kolaylaşıyordu. Benlik çatışmaları anlamsız geliyordu artık çünkü ölüm her şeyi müsavi kılıyordu.
Gerçekten önemli olan şeylere evet ve sonsuz hayatı için pek de önemi olmayan şeylere hayır demek daha da kolay bir hal alıyordu ta ki sonsuz hayatını kaçırmasın. Ölüm sonsuz hayatını düşündürüyordu ona.
Duygularına daha yakın bir hâle geliyordu. Kendini ve Yaratıcı’nın üzerinde tecelli eden esmasını özenle gözlemliyordu. Nasıl ki insanlar çok sevdikleri bir kitabın ilk sayfalarını hızlıca okur ta ki az bir sayfa kalana kadar... Sonra birden hızlarını azaltmak, geriye kalan sayfaları daha bir dikkatle ve zevkle okumak isterler. Aynen onun gibi her an ölümle burun buruna olduğunu düşünmek, zamana daha fazla değer vermesine sebep oluyordu. Hayatın hiçbir anını kaçırmak istemiyordu. Mevsimlerin değişiminin tadını çıkartıyordu. Kâinatın halden hâle sokulmasını seyretmek gittikçe daha da zevkli bir hâl alıyordu.
Bunları düşününce anladı ki, ölüm düşüncesi onu hayat yolunda yükseklere doğru ilerletiyordu. Ölümle birlikte kendini gerçekleştirdiğini ve daha güçlü olduğunu farketti. Güçlü olması Yaratıcı’nın sonsuz kudretini daha iyi anlamasından ileri geliyordu elbet. Ölüm daha az endişelendiriyordu onu artık. Rabbine daha çok güven duymaya başladı. O sonsuz merhameti olan bir varlıktı. Hikmetsizce ve anlamsızca şeyler yaratmazdı insanoğlu için. Ölümü de ondan dehşet duyalım diye yaratmamıştı... Bunu bir kez daha anlamak huzur verdi ona.
Yaratıcı istiyordu ki:
Kendi ölümümüzle birlikte O’nun ehadiyetine ve samedaniyetine şehadet edelim...
Ölümüm de senin için olsun ey Allahım.....