TR EN

Dil Seçin

Ara

Tatilden Dönme Vakti

Aylak olmak, mevsimlere yabancı hâle gelmek ve sonsuzluğa doğru haşmetle ve mağrur bir teslimiyetle uygun adım yürüyen hayat kervanının gerisinde kalmaktır. Çalıştığınız zaman gönlün, saatlerin fısıldayışını musikiye dönüştürdüğü birer neysiniz. Hanginiz bir kamış olmak ister, dilsiz ve sessiz, diğer her şey birlikte bir ağızdan terennüm ederken? Sizler çalıştığınız zaman toprağın en ücra rüyasının bir bölümünü gerçekleştirirsiniz, o rüya doğduğunda sizin payınıza düşen. Ve emekle uyumlu olmakla hakikatte sizler hayatı seviyorsunuz. Ve emek sayesinde hayatı sevmek hayatın en derunî sırrıyla candan dost olmaktır.

— Halil Cibran

 

Ne çok sınav var!

Rızkımıza vesile olan kapıları tıklatmak/açmak anlamında kazanmak zorunda kaldığımız ne çok sınavdan geçiyoruz. Birisi bitiyor, yenisi başlıyor.

İlkokuldan başlayıp üniversite sonrasına kadar uzanan sınavlar zinciri...

Çalışmak, yine çalışmak mecburiyeti...

Bin bir soru, bin bir çözüm yolu...

Okul yetmiyor, haydi dershanelere...

O da yetmiyor, gelsin test kitapları...

Çok engelli bir koşudan çıkar gibi sınavları bitirmemiz, artık rahatlayacağımız anlamına gelmiyor. Başka türlü bir çalışma kapıda bizi bekliyor, kendine doğru çekiyor.

Bu kadar çalışmak zorunda mıyız?

Böylesi yoğun ve bitim saati olmayan bir çalışmayı gerektiren ihtiyaçlarımız mı var?

Doymak bilmeyen bir varlık mıyız?

Yığınla olmazsa olmaz’ın karşılanması adına mecbur kalınan ‘çalışmanın yorduğu insandan bir itiraz yükselmiş bulunuyor. ‘Çalışmak yorar!başlığı altında insanın tembellik hakkı’na vurgu yapan bu itiraz, üzerinde düşünülmeyi hak ediyor.

Çalışmak, artık insanların doymak, giyinmek ve barınmak üzere giriştikleri bir eylem değil. Özde aynı ihtiyaçların başlattığı bir şey olmaya devam etmekle birlikte, çalışmak, şimdilerde çok daha katmanlı bir durumdur. Çünkü ihtiyaçlarımız, ilk insanlarınkinin çok ötesindedir; hem dikey hem de yatay olarak artan ihtiyaçların öznesi veya nesnesi varlıklarız. Bizim mi ihtiyaçlarımız var, yoksa ihtiyaçlarımızın mı insanıyız, bunu kestiremiyoruz. İhtiyaçlarımızın peşine saldığımız zamanın dışında neredeyse başka bir zamanımız yok. Gece gündüz, sabah akşam ihtiyaçların iteklemesiyle sağa sola savruluyoruz. Derinleşip genişleyen ihtiyaç ağı dışında, insanın ilgisini bekleyen, insanla birlikte anlamlarına kavuşacak başka durumlar var mı; insan kendisine dair başka ne yapabilir?gibi bir soru, artık sorulmuyor. Sorulmuyor çünkü, zihin de ihtiyaçların emrinde.

Evin ahalisini doyuracak bir gıda, bir ev, bir araba yetmiyor. Bir dolap dolusu elbise de... Bunların hepsi var, ama yine yoksulve açız. Evlere sığmayan eşyaların, dolaplardan dökülen elbiselerin, yolları dolduran bin bir vasıtanın, bulvarlarda sıralanan yığınla mağazanın arasında ne yapacağını bilmeyen biz aç ve sefil varlıklara hiçbir şey yetmiyor. Ağzı açık doyumsuzluğumuzun her gün yeni bir ihtiyacı çıkıyor. Durmadan sahip oluyoruz; şuna, buna; evlere, arabalara, eşyalara, insanlara... Sahip oldukça kaybetmekten korkuyoruz. Korktukça güvensiz kalıyoruz. Güvensizlikte, düşmanlarımız ve rakiplerimiz çoğalıyor. Sahip olduklarımızın, bir gün başkası tarafından elimizden alınacağını düşünüyor ve bunları nasıl koruyacağımız konusunda başımıza dertler açıyoruz. Elimizde olanları koruyacak silahlar ediniyor, büyük bir gerginlik içinde düşman bekliyoruz. Gözümüze çarpan, yanıbaşımızdan geçen her silueti düşman sanıyor, ani bir refleksle tetiğe basıyoruz. Hayatın orta yerinde bir kurşun askere dönüşüp, etrafımıza çizgiler çekiyor, başkasını kendimizden uzak tutuyoruz. Bu sınır çizgilerini belirginleştirdikçe yalnızlaşıyoruz; başkasına gitmiyor, başkası da bize gelmiyor. Sınırlarımızın içinde yalnız, yapayalnız kalıyoruz. Sınırlarımızın dışında ise, düşmanlarımız, ülkemizin düşmanları çoğalıyor; dünya, yalnız insanların yalnız ülkeleriyle doluyor.

Paylaşmayan, paylaşılacak olanın bir gün çalınabileceği korkusuyla güvenmeyen, güvensiz olduğu için de hep şüphede kalan hastalıklı bir modern zaman insanından bahsediyoruz. Aklınızdan çıkarmayın; modern zaman toplumlarında, değeriartan meslek gruplarının başında psikiyatrinin geliyor olması tesadüfi değildir. Modern psikiyatri hemen her bireyi, bir hastalık grubuna dahil ediyorsa, boşuna değildir bu. Masumiyetini yitirmiş çalışma mitinin dizi dibinde yorgun düşmüş modern bireyin problemi bir değil, yığınladır.

Hayata ve varlığa eklensin diye insanın yaratılışına konulmuş ‘çalışma meyli(haydi, ‘çalışma zorunluluğudiyelim) masumdur ve hayatın çatışmalı evrenine rağmen böyle kalabilirdi. Ancak ne yazık ki, öyle olmadı; insan, varlığı ve hayatı ‘kutsaldan bağımsız okuyan algının sarıldığı/şişirdiği/azdırdığı ‘çalışmaile yorgun düşüp hasta oldu. Hastalıklı hastalıklı yaşanan dünya ise, savaş alanına dönüştü. Kendi topraklarının rezervleriyle yetinmeyen politikacılar, başka ülkelere göz dikip oraları kan gölüne çevirdi.

Şimdi, ‘çalışmak yorar!deyip insanı pasivizme çağıran, insanın bir tembellik hakkı’nın olduğunu söyleyen eleştirel bakış, temelli bir çözüm sunmadığı için sadre şifa şeyler de söylemiş olmuyor. İlerlemeciliğe, her şeye rağmen üretim-tüketim çarkına iman etmiş modern algı ise, psikiyatrik bir nesne haline getirdiği insanlara sadece tatil’ önerebiliyor. Yorulduysan, tatile çık!diyor, ama tatile çıkardığı insanları gittikleri yerde de rahat bırakmıyor; oralarda nasıl yaşayacakları konusunda dayatmalarda bulunuyor. Tur programları, gidilecek yerler, tatilde geçirilen zamanın içeriği, tatili paraya dönüştüren paragöz babaları ele veriyor. Modern algının direktif ve beğenileriyle gidilecek yer belirleyip bavullarını hazırlayanlar da, aslında tatildeolamıyorlar. Gittikleri yere kendilerini, kontrol altında tutulan kendilerini götürdüklerinden, sabah akşam kontroldeyaşıyorlar. Ve böyle olduğu için tatillerden iki kat artmış bir yorgunlukla dönülüyor.

Modern birey, endüstriyel toplumun ürettiği, aslında kendisinin olmayan ihtiyaçların karşılanmasına ayırdığı emek ve zamandan sonra kendi sahici benini ve ihtiyaçlarını kuracak bir iç görüş edinemediğinden, düşüncede tatile çıkıyor; düşünmeden çalışıyor, düşünmeden tüketiyor. İnsanın doğasını kışkırtanlar, insana, çalışması ve tüketmesi gerektiğini iyice belletmişler. Düşüncede tatile girildiği içindir de, ne çalışma ne de tatil mevsimi iyileştirici olabiliyor.

Şair Haydar Ergülenin Haziran, Tekrarkitabını Haziran’ın sıcaklarında okuyan, bu yazıyı Haziran’ın bir tatilgünü olan Pazar gününde ve bir tren istasyonunun yanıbaşındaki aile çay bahçesinde yazan ben sonuçta ne diyorum?

Diyorum ki; evet, ‘çalışmak yorar!Ancak bizi, akıp giden hayata seyirci kılan; varlığı, anahtarı açılmadığı için içindeki gizleri bilinmeyen bir sandığa mahkûm eden tembelliği kabullenen bir hayata doğmuyoruz. Hayatın ve varlığın iç içeliğinden doğan güçlü dil, bizi kendimizle ve büyük mânâmızla buluşturan bir ‘çalışmayı salık veriyor. İnsanı ve hayatı açıp güzelleştiren böyle bir çalışmanın sahibi olabiliriz. Bizim için olan, onun için olmadığımız bir çalışmayı gerçekleştirebiliriz. Bizi kuşatmayan/boğmayan, kendisinden başka her şeyi dilsizleştirmeyen bir çalışmayı...

Düşüncede tatile çıkmışlığımızı bitirmediğimiz sürece, sahiden tatile çıkamayız; gittiğimiz kıyıda, yaşadıklarımıza dışardan bakma şansına sahip olamayız.

Düşüncede tatile çıkmış zihni tatilden döndürecek şey nedir?

Düşünceyi yeniden diriltmek!

Raflarda bizi bekleyen, içlerinde yolculuğa çıkanları kimsesiz ve ‘şeysiz bırakmayan kitaplara komşu ve akraba olduğumuzda, düşüncemizin tatilden döneceğini ve gelip içimizde bizi kuracağını düşünüyoruz. Biz var olduğumuzda, başkasının geliştirdiği bir çalışmanın kurbanı olmayacak ve tatillerinde tükenilmeyeceğiz.

Tatilden dönme vaktidir! Dönmeliyiz ki, bizi yoran ‘çalışmadan düşüp tatile çıkabilelim.