Biz şifayı hasta olduğumuzda iyi olmamız için gönderilen bir takviye tecellisi olarak anlarız. İşin doğrusu şu ki şifa, esas ve daimidir. Hastalık, insandan cari şifa tecellisinin kısmen kesilmesiyle olur. Zira insanın sağlıklı olması için determinist anlamda hiçbir neden yoktur. Görünür gidişat onun sürekli hasta olabileceği şekildedir. Buna rağmen ona çoğunlukla şifa eriştirilir. Fakat bazen de eriştirilen bu şifada bir hikmete binaen kesintiler yapılır.
Biz, ferahlığı, musibete uğradığımızda gönderilen bir yardım şeklinde anlarız. Aslında esas ve daimî olan ferahlıktır. Hastalığın, cari şifanın kesintiye uğraması demek olması gibi, musibetler de cari ferahlığın kesintiye uğraması demektir. Esasında çevresel koşullar ve gidişata bakılınca insanın ferah olması için ortada ciddi hiçbir neden yoktur. Bizler ferahlık hep yansıdığı için mutluyuz. Ferahlık gelmediğinde, kısmen yansımadığında, yansımasına engel olunduğunda musibet var demektir.
Mesela görme kaybını ele alalım: İnsanın tam bir görmeyi hak edecek hiçbir çalışması, hiçbir emeği olmadığını düşünürsek “tam görme”, özel bir tecellidir. Ekstra bir nimettir, fazladan bir bağıştır. Görme azalması gibi bir durumda ise bu bağışın azaltılması söz konusudur ki, o az görmenin bile kişi tarafından hak edildiğini söylemek mümkün değildir. Aslında her nimet fazladandır. Hakikatte her musibet de doğaldır.
…
Bazen nimetler kesilir, rızık noksanlaştırılır, şifa yerini hastalığa bırakır. Nimetler önceleri hep belli vakitlerde ve belli şartlarda gelirken artık aynı vakitlerde ve aynı şartlarda bile gelmez olur.
Meyve ağacı bir sene meyve verir ama bakarsın ertesi sene, etraftaki bütün koşullar benzer olmasına rağmen meyve vermeyebilir. Yağmurun yağması için bütün şartlar oluşmuşken bulutlar yağmur bırakmadan gidebilir. İnsanın duasına ve şükrüne her vakit vesile olması için yaşam işte böyle kurgulanmıştır. Böylece insanın o nimetlerden gaflet etmesi de engellenmiştir.
Yaşadığı musibetlerde insanın hissesi az değildir. Yaşadığı felâketler, daha çok insanın hak ettikleriyle ilişkilidir ama insan, cezasını hak ettiği hâlde pek çok musibetten de korunur. Hak ettiği hâlde kaderin insana yaşatmadığı acıların listesi, başına gelenlerinkinden kıyas kabul etmez derecede daha uzundur.
Hepimiz hastalanmamıza veya musibete uğramamıza sebebiyet verecek birçok hata yapmışızdır. Herkesin hastalıkla sonuçlanabilecek yeteri kadar ihmali, musibetle sonuçlanmayı hak eden fazlasıyla kusuru mevcuttur. Şu anda bütün insanlığın yok olmasına yetecek kadar yanlış da yapılmış durumdadır. Kur’ân’da şöyle buyurulur: “...zulümleri sebebiyle insanları hemen cezalandıracak olsaydı, yeryüzünde hareket eden tek bir canlı kalmazdı.” (Nahl, 61)
…
Bizler yokken var olduk. Taş olmadık, ağaç olmadık, hayvan olmadık; insan olduk. Üstelik insanlar içerisinde Müslümanlıkla şereflenenlerden olduk. Hayatımızın geneline bakıldığı zaman da çoğunlukla sağlık ve afiyetle nimetlendirildik. Ancak hak etmediğimiz halde gözümüzü diktiğimiz veya lâyık olmadığımız ya da kendi yanlış tutumlarımız yüzünden elimizden kaçırdığımız, bizde olmayıp başkalarında olan nimetlere bakıp şikâyet etmek hakkına sahip değiliz.
Hakkımız olmayan nimetlerin bize verilmeyişinden hoşnutsuzluk duymamız nasıl bir yanlışsa, daha fazlasını hak ettiğimiz halde hafifletilmiş musibetlerden dolayı şekva etmek de öyle bir yanlıştır. İnsaflı, izanlı ve geçmişte yaptığı yanlışların idrakinde olan bir insan, musibete giriftar olduğunda ondan daha büyük belâyı hak ettiğini ancak Rabbinin onu hak ettiğiyle değil çok daha hafif bir cezayla arındırdığını bilir.
“Şu bir gerçek ki biz insana rahmetimizi tattırdığımız zaman ona sevinir; yapıp ettiklerinden ötürü başlarına bir fenalık geliverse o zaman da insan pek nankör olur.” (Şura, 48).
Hakikate bakılırsa hak etmediği hâlde muhatap olduğu pek çok ilahi nimetle sevinir, mutlu olur. Ancak kendi yanlışları sebebiyle o nimetlerin bazılarından mahrum bırakıldığında sanki önceleri hiçbir nimete nail olmamış, şimdilerde de sanki üzerinde başka hiçbir nimet tecelli etmiyormuş gibi Rabbine karşı nankörce bir vaziyete girer. Başına gelen felâketten ibret almak, dersler çıkarmak ya da meydana gelen o musibetin yaşanmasında maddi ve manevi hangi ihmallerinin hissesi bulunduğunu tespit etmek yerine ilahi boyuta karşı haksız bir suçlamaya girişir.
…
Esasında insan yaşamındaki zorluk ve acılara dört açıdan bakılabilir. Bunlar merhamet, hikmet, adalet ve rububiyettir. Merhamet açısından bakıldığında, insana keder veren musibet, daha geniş planda onu mutlu etmek gayesiyle vardır. Yoksa Rabbimizin merhameti, kişinin bu acıyı çekmesine müsaade etmezdi. Hikmet açısından bakıldığında, bu musibetin başkasına değil ona yönelmesinde, başka zamanı değil bu zamanı seçmesinde, başka şekilde değil bu şekilde olmasında çok derin anlamlar vardır. Bu olanlar boşu boşuna yaratılmış olamazlar. (Bu gizler ancak tefekkürle açılabilir.) Adalet açısından bakıldığı zaman, bu musibeti hak edecek hata ve günahlarının varlığından dolayı, insan bu musibetle o suçlardan arındırılmış olmaktadır. Rububiyet penceresinden bakıldığındaysa, Rabbimizin rububiyeti, yani terbiyecilik hususiyeti, bu musibetle insanı eğitmekte, olgunlaştırmakta, terbiye etmekte ve kemâle erdirmektedir.
Musibetlerin kaynağı insanın hataları ve günahları olsa dahi bu durum, musibetlerin birtakım nimet ve ödüllere sebep teşkil etmeyeceğini göstermez. Musibetin birinci hediyesi, başa gelmesine sebep olan kusur veya günahın affedilmesidir. İkinci hediyesi, gelecekteki başka nimet ve ödüllerin başlatıcısı olmasıdır. Üçüncüsü, gelmesi mukadder olan bir nimete engel olan o kusur veya günahın ortadan kalkmasıyla, kader yollarında takılmış bir veya birçok nimetin insana doğru yeniden yola çıkmasıdır. Dördüncüsü, musibetin günaha denk gelen cezadan fazla olması durumunda, birtakım umulmadık başka nimetlerin önünü açmasıdır. Her durumda musibetin varlığı eski hatayı siler; kaçırılmış nimetin önündeki engeli kaldırır ve insana yeni birtakım nimetlerin kapılarını aralar. Bu hediyelerden beşincisi ve en büyüğü ise dünyada çok bela çeken insanın ahirette çekmeme olasılığıdır ki, bundan daha büyük müjde ne olabilir?