İnsanın en anlaşılmaz yönlerinden birisi, onun müzikle olan ilgisidir. Doğumundan ölümüne kadar, hayatının her aşamasında müzikle iç içedir insan. Zevkler değişebilir; eğitim ve kültürüne göre bireyler farklı melodilerden ve farklı müzik türlerinden hoşlanabilir. Ne olursa olsun, müzik her yerde, herkesin hayatından bir parçadır. Bu tespiti hepimiz kolaylıkla yapabiliriz. İşin zor tarafına gelince:
Müziği nasıl algılayabiliyoruz? Müzikten niçin hoşlanıyoruz?
İşte, cevabı verilemeyen iki dev soru:
Nasıl? Niçin?
Soruların büyüklüğünü görmek için, müziği küçültelim. Bir melodiyi en küçük birimlerine ayıralım. Böylece, ard arda dizilmiş “sesler” elde etmiş olacağız: tıpkı bir konuşmayı teşkil eden cümleler, sesler gibi. Meselâ, biz “ses” kelimesini işittiğimiz zaman, bu kelimenin yazılışında kullandığımız s-e-s harflerinin simgelediği üç ayrı sesi peş peşe işitmiş oluruz. Kulağımıza gelen herhangi bir melodiyi de, bunun gibi, farklı tonlarda ve farklı uzunluklardaki sesler halinde işitiriz. Hikâyenin buraya kadarki kısmında anlaşılmayacak birşey yok sayılır.
Kulaklarımızın bu sesleri toplayışını da anlamakta fazla zorlanmıyoruz. Çünkü bu sesler nasıl çıkmış ve nasıl yayılmışsa, kulaklara öylece akseder. Bu suretle, kulaklarımız, birbiri ardınca çıkan sesleri toplamış olur. Bir vapur düdüğü, bir dalga sesi, trafik gürültüsü böylece kulakta ne işlem görüyorsa, herhangi bir melodi de aynı işlemden geçer. Ama “Kulağın işittiğini beyin nasıl değerlendiriyor?” diye soracak olursanız, bilim dünyasını alabildiğine zorlayan bir soruyu dile getirmiş olursunuz.
Ard arda dizilen sesler, nasıl oluyor da bizim ruhumuzda bir musiki etkisi bırakıyor? Aşina nağmeleri, yahut hoşlandığımız veya hoşlanmadığımız bir müzik parçasını nasıl oluyor da melodi halinde algılıyoruz? Nasıl oluyor da birtakım nağmeler bizi etkiliyor, çeşit çeşit duyguları harekete geçiriyor, bizi alıp başka âlemlere götürüyor?
Bu konuda bildiğimiz birşey varsa, o da, beynimizin özel bir bölgesinin (veya bölgelerinin) bu işle meşgul olduğu şeklindedir. Çünkü felç veya ameliyat gibi bir nedenle beyinlerinin belli bir bölgesi hasar görmüş kimselerin, melodileri çözmekten bütünüyle âciz kaldıkları biliniyor. Bu hastalar için, en basit bir melodi bile hiçbir anlam ifade etmiyor, ilgisiz şekilde peş peşe dizilmiş seslerden öteye gidemiyor. Hayal etmesi bile güç, ama, bunu yazı diline çevirecek olsak, bir kelime içindeki harfleri ayrı ayrı okuyup da bu seslerin ortaya çıkardığı kelimeye bir anlam verememek gibi birşey olsa gerek...
Niçin böyle bir âcizliği anlamaktan âciz kalıyoruz? Gözümüzü kapattığımızda, belki körlüğün nasıl birşey olduğunu az çok hayal edebiliriz; ama bir melodiyi anlamsız sesler yığını olarak algılamanın provasını yapmamıza imkân yoktur. Bunu çok küçükken unuttuk; sonra nasıl unuttuğumuzu da unuttuk. Yapılan deneyler, altı aylık bebeklerin, aşina bir müzik eserindeki beklenmedik iniş, çıkış veya değişikliklere tepki verdiklerini ve her bebeğin, müziği algılama konusunda yetişkinlerle inanılmayacak ölçüde benzerlik gösterdiğini ortaya koyuyor. Minik bir bebeğin bir Dede Efendi olma yolunda birkaç ay içinde aldığı mesafeye inanmak gerçekten güçtür; zira, bu algılama işlemi, son derece karmaşık ve eşzamanlı bir harekâtın ürünü olarak gerçekleşiyor: Ses, tını, perde, nağme, sesin süresi, sesin cinsi, yorum ve duygu, el kadar bir beynin ayrı ayrı yerlerinde çözümleniyor, değerlendiriliyor, birleştiriliyor ve yeni geldiği dünyayı tanımaya çalışan bir yavrunun ruhunda son derece anlamlı ve hisli bir karşılık buluyor!
Bu konuda, nasıl sorusunun cevabı yok gibi görünüyor. Fakat iş bu kadarla da kalmıyor. En az onun kadar müşkül, belki ondan daha da önemli bir başka soru var: niçin.
Niçin insan, hayatının bu kadar erken bir döneminde müzikten anlamaya başlıyor?
Yürümeyi öğrenmek için en az bir seneye muhtaç olan insanın, bundan daha da kısa bir zaman içinde, yürümekten çok daha karmaşık bir işlemi çözer hale gelmesinin anlamı ne olabilir?
Eğer evrim, doğal ayıklama, hayatta kalma mücadelesi gibi kavramlar açısından yaklaşacak olursanız, böyle bir sorunun cevabını bulmak için evrenin ömrü yetmez. Çünkü müziğin evrim itibarıyla hiçbir değeri yoktur. Doğal ayıklama, müzikten anlayanla anlamayan arasında bir ayırım yapmaz; çünkü kendisi müzikten anlamaz. Bununla beraber, müzik, sadece insanın bir varlığı olmakla kalmaz, onun var olduğu her yerde ve bütün kültürlerde hayatın en ince ayrıntılarına kadar nüfuz etmiş, vazgeçilmez bir değer olarak karşımıza çıkar.
İnsanın varlığını bir bütün olarak ele aldığımızda ise, konunun aydınlığa kavuşması uzun sürmez. Çünkü insanın bütün duyu ve yetenekleriyle bir güzelliğin peşine düşürüldüğünü görürüz.
Dünya bir sanat galerisi ve insan da onun ziyaretçisidir. İnsan, çevresinde ne varsa, hepsinin güzelliklerini tek tek ayırt edecek yeteneklerle donatılmıştır. Müzik de bu yeteneklerinden birisi, belki de en esrarlısıdır ki, onunla insan kâinatı dinler.
Sonra, dinlediklerini, gördüklerini ve yaşadıklarını dile getirmek ister.
Dili döndüğü kadar anlatır. Anlatır. Anlatır.
Sonra dilinin yetersiz kaldığını görür.
Bu defa tercüme eder duyduklarını, anladıklarını, anlayıp anlatamadıklarını, anlamayıp anlamak istediklerini.
Ve hayatının ilk aylarında aşinalık kurduğu bu esrarlı dille konuşmaya başlar.
(Zafer Yayınları’nda çıkan “Dünyalardan Bir Dünya” adlı kitaptan alınmıştır.)