TR EN

Dil Seçin

Ara

“Kafamdaki Tanrı, Böyle Bir Kâinat Yaratamazdı.” / Hidayet Öyküleri

Adım Helena. Kendini Hristiyan addeden, ancak aslında dinle pek de alâkası olmayan bir ailede yetişmiş bir İsveçliyim. Bu nedenle gerçek anlamda mutlak bir tanrı inancının hayatımızda ciddi bir etkisi olduğunu söyleyemem.

Din adına yapılan birtakım şeylerin de sadece insana yararı olduğu için yapıldığı düşüncesine sahiptim. Mesela Noel, Paskalya ve Azizler Günü ile ilgili tüm kutlamaları yapardık, ancak bunları niçin yaptığımızı hiç sorgulamazdım. Yapılan her şeyi İsveçli olmamızın bir gereği imiş gibi algılıyordum. Din âdeta millî bir şeydi benim için... Ülkemde on beş yaşına gelen her çocuğa dinî eğitim verilmeye başlanır, böylece Protestan inancımızı ispatlamış oluruz... Sırf Hristiyanlığı öğrenmek için bu eğitimi almak istedim ve golf dersleriyle birleştirilmiş üç haftalık bir kursa katıldım.

Sabahları yaşlı bir rahiple ders yapıyorduk, ancak aklımız bir sonraki golf oyunu ile meşguldü. Bu yüzden hiçbir şey öğrenemedim. Sonraları liseye devam ettim. Hiçbir şeyin bana zarar veremeyeceğini düşünüyordum. Notlarım mümkün olanın en iyisiydi ve kendime güvenim zirvedeydi. Dini veya dinî duyguları hiç düşünmüyordum. Sadece iyi olanı yapıyordum. Dindarolarak tanıdığım bütün insanlar hidayetidepresyon veya çok ağır hastalık sonrası bulmuşlardı ve hayatlarına devam edebilmek için İsa Mesihe muhtaç olduklarını söylüyorlardı. Ben ise aklıma koyduğum her şeyi yapabileceğimi ve dinin hayatın gerçeklerinden kaçmak için uydurulmuş bir bahane olduğunu düşünüyordum...

Üniversite yıllarımda hayatın anlamı hakkında düşünmeye başladım.

Tarih boyunca ve günümüzde bütün savaş ve problemlerin dinden kaynaklandığını düşündüğüm için herhangi bir dini kabul etme konusunda zor bir dönem yaşadım. Bu nedenle kendi hayat felsefemi oluşturmaya karar verdim.

Her şeyin bir güç tarafından yaratıldığı hususunda ikna olmuşsam da bu güce sahip olanın Tanrı olduğunu söyleyemiyordum. Tanrı benim için Hristiyan düşüncesinde yer aldığı şekliyle uzun beyaz sakalları olan yaşlı bir adamdı ve yaşlı bir adamın kâinatı yaratamayacağını biliyordum! Ölümden sonraki hayata inanıyordum. Çünkü adaletin mutlaka yerini bulması gerekiyordu. Ayrıca her şeyin bir sebep dahilinde olduğuna da inanıyordum. Geçmişte okul yaşantıma baktığımda bize gerçekmiş gibi öğretilen Darwin Teorisine inanma aptallığına düştüğümü de görüyorum. Hayatın anlamı üzerine ne kadar çok düşünceye dalarsam, o kadar huzursuz oluyor ve sonuçta bitkin düşüyordum. Hayat sanki büyük bir hapishane gibi gelmeye başlamıştı. Giderek yaşama sevincimi kaybetmekteydim.

Okulda Budizm ve Hinduizm gibi inanç sistemlerinin düşünce ve ibadet tarzları hakkında bilgi edinmiştim. Ancak İslâm hakkında hiçbir şey bilmiyordum. Lisedeki din dersi kitaplarında Müslümanların nasıl ibadet ettiklerini gösteren resimleri hatırlıyorum. Bu resimler sadece hareketleri gösteren bir çizgi film şeridi gibiydiler. Fakat bu dinin inanç esasları hakkında herhangi bir bilgim yoktu. Kitle iletişim araçlarının etkisi altında büyümüştüm, Müslüman erkeklerin hanımlarına baskı yaptıklarına ve çocuklarını dövdüklerine inanıyordum. Hepsi zorba, sert karakterli ve gerektiğinde insanları öldürmekten çekinmeyen kimselerdi. Öyle zannediyordum...

Okuldaki son yılımda bilime merak sarmaya başladım ve bu sahada çok büyük başarılara imza atmaya hazırdım. İngilizcemi ilerletmek için bir yurtdışı tecrübesi yaşamak istiyordum. Uluslararası bir kariyer yapmış olmak işverenler açısından da tercih edilmemi sağlayabilir diye düşünüyordum. Bu nedenle Bostona gittim ve orada ilk kez Müslümanlarla tanışma fırsata buldum. O sırada Hz. Muhammedin kim olduğunu ve Allah’ın bizim inancımızda yer alan “ Tanrı” ile aynı tanrı olduğunu bilmiyordum. Sorular sormaya ve kitaplar okumaya, en önemlisi de Müslümanlarla ilişkide bulunmaya başladım. Tanıştığım Müslümanlar harika insanlardı. Beni hemen kabullendiler ve hiçbir konuda bana baskı yapmadılar. Çok daha fazla cömerttiler. İslâm iyi bir hayat sistemi olarak gözüküyordu. Bu dinin insana kazandırdığı sağlam ve dengeli karakteri de inkâr edemezdim, ancak bunun benim için doğru din olduğu konusunda henüz ikna olamamıştım.

Dinin bilimle çatıştığı düşüncesi kafamdaki problemlerden biriydi.

En azından Hristiyanlığın böyle bir problemi olduğunu biliyordum. Maurice Bucaillein Kitab-ı Mukaddes, Kuran ve Bilim” adlı eserini okuyunca bilimsel sorularımın hepsine cevap buldum. İşte modern bilimle çatışmayan din buydu! Heyecanlanmıştım, ancak bu dini kabul etmem için kalbimin de buna hazır olması gerekiyordu.

Yeni öğrendiğim şeyler üzerine derin düşüncelere daldığım bir beyin fırtınası dönemi yaşadım. Kalbimin yavaş yavaş yumuşadığını hissediyordum ve bir Müslüman olarak hayatı tasavvur etmeye, algılamaya çalışıyordum. Zihnimde canlanan dürüstlük, cömertlik, denge, huzur, barış, saygı ve nezaket dolu mütevazi bir hayattı. Tüm bunların ötesinde bir anlam taşıyan hayattı söz konusu olan. Artık nefsime esir olmamam ve benden çok daha üstün bir gücün karşısında kibrimi kırmam gerektiğini anlamıştım.

İki kez kendime şu soruyu sordum:

Seni Müslüman olmaktan alıkoyan nedir?”

İlkinde büyük bir panik yaşadım, sanki beynim durdu. İkincisinde herhangi bir bahane bulurum diye bir süre düşündüm.

Ancak hiçbir bahanem yoktu ve şehadet getirerek Müslüman oldum.