TR EN

Dil Seçin

Ara

Yusuf Estes / Teksaslı Bir Hristiyanın İslâm’a Yolculuğu / Hidayet Öyküleri

Orta Batı Amerika’da Hristiyan bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldim. Atalarım bu topraklara ilk yerleşenlerdendi. Yaşadığımız çevrede hayır işleriyle, özellikle çok sayıda okul ve kilise yaptırmakla tanınan insanlardı. Biz de ailece onların izinden gitmeye özen gösterdik.

1949 yılında ilkokul öğrencisi iken, Teksas Houston’da yaşıyorduk. Kiliseye bağlı bir aileydik. Her hafta kiliseye giderdik.

Genç bir delikanlı olunca, inancım hakkında daha çok şey öğrenmek istedim. Bu amaçla, elimden geldiğince kiliselerin temsilcileriyle görüşüp onlardan bilgiler edinmeye çalıştım. Fakat din konusundaki araştırmalarımı sadece Hristiyan mezheplerle sınırlı tutmadım. Hinduizm, Budizm, Yahudilik, hatta Amerika’nın yerli inançlarını bile araştırmaya gayret ettim. Belki size garip gelebilir ama o dönemde ciddi olarak incelemediğim tek din, İslâm’dı.

Aynı zamanda, klasik müzik ve ilahilerle ilgilendim. Bu alana yönelmemde dindar ve müzikle ilgilenen bir ailenin çocuğu olmam etkili oldu. O yüzden, ne zaman kilise faaliyetlerine katılsam, piyanonun başına ben oturuyordum. 1960 yılında klavyeli enstrüman hocalığı yapmaya başladım. 1963’te Maryland’de “Estes Müzik Stüdyoları” adıyla kendi işimi kurdum. Bundan sonraki otuz yıl boyunca babamla birlikte pek çok iş yaptık. Çok sayıda program ve şov yaptık. Teksas ve Oklahoma’dan Florida’ya kadar pek çok yerde piyano ve org satış dükkânları açtık. Çok yoğun ve hareketli geçen bu yıllarda çok para kazandım. Fakat hakikati bilmenin veya selametli bir yola girmenin vereceği huzuru hiç duymadım.

Kafamda dinî konularla ilgili pek çok soru vardı: “Tanrı beni niçin yarattı?”, “Tanrı benden ne yapmamı istiyor?”, “Tanrı kim?”, “Niçin ilk günah fikrine inanıyoruz?” ve “Neden Âdemoğulları bu günahları yüklenmeye zorlandı, neden sonsuza kadar cezalandırıldılar?”

Kafamda bu sorular vardı, ama cevap almak umuduyla bu soruları birisine sorduğumda, “Bu konular çok fazla sorgulamadan inanılması gereken konulardır.” şeklinde cevaplar alıyordum. Ve her şey, benim için bir sır perdesinin arkasında kalıyordu.

1991 yılı, dinî serüvenim açısından benim için önemli bir yıldı. Bir vesile ile, Müslümanların da Kitab-ı Mukaddes’e inandıklarını öğrendim. Bu beni gerçekten çok şaşırtmıştı. Bu nasıl olabilirdi? Dahası, Müslümanlar Hz. İsa hakkında da benim aklıma bile gelmeyecek bir inanışa sahiptiler. Onlar için Hz. İsa, Tanrı’nın bir elçisi ve peygamberiydi. Mucizevî bir şekilde babasız olarak dünyaya gelmişti. Mesih veya “müjdeci” olarak kabul ediliyordu. Tanrı’nın katına alınmıştı; ve Kıyamete yakın zamanlarda tekrar yeryüzüne dönerek inançsızlarla mücadele edecekti.

Bütün bunları ilk duyduğumda, “Hayır, bu işte bir yanlışlık var!” diye düşündüm. Çünkü yıllardır tanışıp görüştüğümüz Evanjelistler İslâm’dan ve Müslümanlardan nefret ediyorlardı. Hatta İslâm hakkında yalan yanlış şeyler söyleyerek, pek çok kişinin İslâm’dan korkmasına sebep oluyorlardı. Onların bu olumsuz bakış açılarından etkilenerek Müslümanlarla ortak noktalarımızın olabileceğine ihtimal vermemiştim. Ama öğrendiklerim, bunun böyle olmadığını söylüyordu.

1991 yılında babam Mısırlı bir adamla iş yapmaya başladı. Benim de bu şahısla tanışmamı istedi. Hoşuma giden bir teklifti bu. Çünkü bu sayede Nil Nehri’ne, piramitlere ve daha pek çok yere seyahat edebilirdim. Fakat babam o kişinin bir Müslüman olduğunu söyleyince, bütün hevesim kursağımda kaldı. Kulaklarıma inanamadım. Önce babama çıkıştım. Ona bu insanlar hakkında bildiklerimizi hatırlattım. Onlar terörist, bombacı, uçak ve insan kaçıran kötü kimselerdi. Ayrıca, Tanrı’ya inanmıyorlardı. Günde beş kez yeri öpüyorlar; ve çölde siyah bir kutuya tapıyorlardı. Böyle bir insanla ben nasıl iş yapabilirdim?

Babam tüm itirazlarımı dinledi ve hepsini reddetti. Görüşmeye eşim ve iki kızımla birlikte gittim. Kendimce yaptığım manevî hazırlıklardan sonra, Müslüman birisiyle karşılaşmaya hazırdım. Şirkete vardığımda babama bahsettiği kişinin nerede olduğunu sordum. O da eliyle işaret ederek, “İşte, hemen orada.” cevabını verdi. Gözlerimi çevirdiğimde şaşırmıştım. Çünkü gördüğüm kişi, hiç de zihnimde canlandırdığım Müslüman tipine uymuyordu. Ben zihnimde canlandırdığım haliyle, başında sarığı ve savrulan uzun entarisiyle iri yarı bir adamla karşılaşacağımı umuyordum. Onun göğsüne kadar inen sakalı ve neredeyse tüm alnı boyunca uzayıp giden kalın kaşları ile kaba bir görünüme sahip olacağını düşünmüştüm.

Oysa, bu adamın sakalı yoktu. Hatta kel denilecek kadar saçı azdı. Tahmin etmediğimiz bir kibarlıkla bizi selamladı ve tokalaştık. Bu tavırlarına yine de temkinli yaklaşmaya çalıştım. Sonuçta bu insanlar terörist ve bombacı idiler. Fakat kendi kendime, “Öyleyse bütün bunlar neyin nesi?” diye sormadan da edemedim. Ve içimden, bu adam üzerine çalışmaya ve onun hakkında daha fazla bilgi sahibi olmaya karar verdim.

Çünkü o “kurtarılması” gereken biriydi. Tanrı bunu benim elimle gerçekleştirmek için bana bir fırsat sunmuştu. Hızlı bir tanışma faslından sonra, sorular sormaya başladım ve aramızda bir diyalog başladı:

“Tanrı’ya inanıyor musun?”

“Evet.”

“Adem ve Havva’ya inanıyor musun?”

“Evet.”

“Peki İbrahim’e ve O’nun Tanrı için oğlunu kurban etmesine inanıyor musun?”

“Evet.”

“Musa hakkında ne dersin? On Emir? Denizin yarılması?”

“Evet.”

“Diğer peygamberler. Davut, Süleyman, Yahya?”

“Evet.”

“Kitab-ı Mukaddes’e inanıyor musun?”

“Evet.”

Sıra asıl soruya gelmişti.

“İsa’ya inanıyor musun? O Mesih midir?”

“Evet.”

İçimden “Bu, düşündüğümden de kolay olacak! Çünkü karşımdaki insanın sadece vaftiz edilmeye ihtiyacı var. Ancak kendisi bunun farkında değil. İşte bu eksiği tamamlayacak olan da benim.” diye geçirdim. Büyük bir başarıya imza atmak üzereydim. Bir Müslümanı Hristiyan yapma başarısını göstermem an meselesiydi.

Babama, “Bu adamla iş yapmalıyız; hatta kuzey Teksas’taki iş gezilerimde bana eşlik etmesi için onu cesaretlendirmeliyiz.” şeklinde bir teklif götürdüm. Böylece birlikte daha çok zaman geçirebilecek ve görüştüğümüz insanların inançlarıyla ilgili farklı konularda çokça konuşma fırsatı bulacaktık. Ayrıca yolculuk süresince bu zavallı kişiye ibadetle ilgili radyo programlarım vesilesiyle etkili bir tebliğ imkânım olacaktı. Gerçekten de yolculuk sırasında Tanrı kavramı, hayatın anlamı, yaradılışın gayesi, peygamberler ve misyonları, Tanrı’nın buyruklarını insanlığa nasıl ulaştırdığı gibi pek çok konu üzerinde konuştuk.

Bir gün, adı Muhammed olan bu kişinin arkadaşıyla paylaştığı evden ayrılacağını ve bir süre caminin misafirhanesinde kalacağını öğrendim. Babama, Muhammed’in kalıcı bir yer bulana kadar şehir dışındaki büyük evimizde bizimle birlikte kalıp kalamayacağını sordum. Böylece, hem işleri hem giderleri paylaşabilirdik. Ayrıca, seyahate çıkmamız gerektiğinde, onu aramak zorunda kalmayacaktık. Babam teklifimi kabul etti ve Muhammed bize taşındı.

Bu arada, Teksas civarında yaşayan evanjelist rahip arkadaşlarıma ziyaretlerim devam ediyordu. Onlarla dinî konularda sohbet ediyorduk. Bu arkadaşlarımdan biri bir gün ciddi bir kalp krizi geçirdi ve uzun bir süre hastanede yatmak zorunda kaldı. Rahip olan bu arkadaşımın gideceği bir yeri olmadığı için evimize yerleşip bizimle yaşamasını teklif ettim. Eve dönüş yolunda, arkadaşımla İslâm inancıyla ilgili farklı konular hakkında konuştuk. Onunla pek çok konuda hemfikir olduğumuzu görmek, benim için ilginç bir deneyimdi. Katolik rahiplerin İslâm hakkında akademik çalışmalar yaptıklarını ve bazılarının doktoralarını bu konu üzerine sürdürdüklerini söylediğinde, şaşkınlığım daha da arttı. Bu rahipten İslâm hakkında duyduğum şeyler benim için epey aydınlatıcı olmuştu; ve daha öğrenmem gereken çok şey olduğunun farkına vardım.

Evde belli bir süre yerleşme düzenimizi sağlamakla uğraştık. Zamanla her şey yerli yerine oturdu. Birlikte yediğimiz akşam yemekleri sonrası masa etrafında oturup dinî meseleler hakkında konuşmayı âdet haline getirdik. Fakat her birimizde farklı İncil çevirileri mevcuttu. Babam sohbete Kral James İncil’i ile katılıyordu. Ben ise Standart İncil ile katılıyordum. Yine, eşim başka bir İncil ile, rahip arkadaşım ise Katolik İncili ile katılıyordu. Bu nedenle, zamanımızın çoğunu, Muhammed’i Hristiyan olmaya ikna etmek yerine, hangimizin elinde tuttuğu İncil’in hakikate daha yakın olduğunu konuşmakla geçiriyorduk.

Bir gün, Muhammed’e Kur’an hakkında bir soru sordum; ve Kur’an’ın indiği zamandan bu yana kaç uyarlamasının yapıldığını öğrenmek istedim. Bana, sadece bir tek Kur’an olduğunu ve hiçbir değişikliğe uğramadan bugüne kadar geldiğini söyledi. Dahası, Kur’an’ın tamamının yüz binlerce insan tarafından ezberlendiğini ve dünya üzerinde pek çok ülkeye dağıtıldığını ekledi. Yüzyıllar boyunca milyonlarca insan, Kur’an’ı harfi harfine ezberlemişler ve başkalarına öğretmek suretiyle nesilden nesile bir harfi bile değişmeden aktarılmasını sağlamışlardı.

Muhammed’in bu anlattıkları, bana pek mümkünmüş gibi gözükmüyordu. O kadar eski bir zamandan bugüne bir kitabın orijinal haliyle kalabilmesi, kendi kutsal kitabımızın tarihçesini düşündüğümde bana hiç makûl gelmiyordu. Kitab-ı Mukaddes’in orijinal dili, yüzyıllardır kullanımdan kalkmıştı. Bizim kitabımız bu halde iken, bir başka dinin kutsal kitabı nasıl olur da orijinalliğini yitirmeden bugüne gelebilirdi?

Ben zihnimde bu tür sorularla uğraşırken, evde misafir ettiğim rahip arkadaşımın dünyasında başka şeyler oluyordu. Adı Peter olan bu arkadaşım, bir gün Muhammed ile birlikte camiye gitmek ve caminin nasıl bir yer olduğunu görmek istediğini söyledi. Birkaç saat sonra eve döndüklerinde Peter, hâlâ, yaşadığı tecrübenin etkisindeydi ve Muhammed ile orada şahid oldukları hakkında konuşuyorlardı. Ben de, rahip arkadaşımın cami izlenimlerini öğrenmek için sabırsızlanıyordum.

Peter, sözlerine, Müslümanların camide aslında “hiçbir şey” yapmadıklarını söyleyerek başladı. İnsanların sadece camiye geldiğini, namaz kıldığını ve sonra da ayrıldığını belirtti. Bu sözler karşısında, ben “Ne, ayrılıyorlar mı? Yani, hiç konuşmadan ve şarkı söylemeden mi?” demekten kendimi alamadım. Fakat, Peter cevabında bir değişiklik yapmadı.

Bana ilginç gelen bu izlenimlerden sonra, Peter birkaç gün sonra, Muhammed’le birlikte tekrar camiye gitmek istedi. Ancak bu kez durumunda bir değişiklik var gibiydi. Ben evde onları bekledim. Fakat akşam karanlığı basmasına rağmen, eve dönmediler. Başlarına bir şey geldiği fikriyle endişelenmeye başladım. Neyse ki, bir süre sonra geldiler. Kapıdan girerken Muhammed’i tanıdım, ama yanındaki beyaz takkeli, beyaz cübbeli adamı ilk anda tanıyamadım.

Biraz dikkatli bakınca, onun Peter olduğunu anladım. Evet, Peter idi. O Müslüman kıyafetine bürünmüş olan kişi, daha düne kadar rahip olarak bilinen bir insandı.

Peter, “Bugün gerçekten Müslüman oldum, elhamdülillah.” diyerek selamladı bizi. Ben ise hâlâ şaşkın bir vaziyetteydim. Eşimle konuşup rahatlama amacıyla üst kata çıktım. Ama gün “sürprizler günü”ydü ve sürprizler bitmek bilmiyordu. Bu sefer de, eşim İslâm’ın hak din olduğuna inandığını ve Müslüman olmak istediğini söyledi. Muhammed ile konuşmak üzere tekrar aşağıya indim.

Tüm geceyi konuşarak geçirdik. Sabah namazı vakti girdiğinde, Muhammed namaza hazırlanmak için yanımdan ayrıldı. Onunla konuşmalarımız sonunda hakikat kendini o kadar belli etmişti ki, artık buna ben de kayıtsız kalamazdım. Bu düşüncelerle evin arka tarafına geçtim. Burada bulduğum bir kontraplağın üzerinde Müslümanların günde beş kez yöneldikleri tarafa dönerek alnımı onlar gibi yere koydum. Tamamen yere kapanmış ve secde eder vaziyetteyken “Ey Tanrım, eğer oradaysan lütfen beni duy ve lütfen bana yol göster!” diye yalvardım.

Bir süre sonra başımı kaldırdığımda bir şey fark ettim. Hayır, gökten inen kuşlar ya da kanatlı melekler görmedim. Sadece içimde, ruhumun derinliklerinde bir tazelik hissettim. Artık o dakikadan sonra, samimi olmadığım bir inanç üzere hayatımı devam ettiremezdim. Hakikate dayalı bir hayat sürmem gerektiğini her zamankinden daha fazla fark etmiştim. Ve ne yapmam gerektiğini çok iyi biliyordum.

Hemen yukarı çıkıp yıllar boyu sırtıma yüklediğim günahlardan temizlenmek adına ve buna başlangıç olsun diye duş aldım. Benim için yeni ve hakiki bir hayat işte bu şekilde başladı.

Sabah saat on bir civarında Peter ve Muhammed’in şahitliğinde, kelime-i şehadet getirerek Müslüman oldum. Birkaç dakika sonra, eşim de yanımıza geldi ve o da aynı sözleri tekrarladı. O da Müslüman oldu.