Bir ara kendini beğenmiş mağrur bir genç bana sordu:
“Sen aklî delillerle Allah’ı tanıyor musun?”
Ben ona gülerek:
“Ben Rabbimi hissî deneyim ve tecrübelerimle tanıyorum.” dedim.
“Hissî deneyim de ne demek?” diye sorduğunda dedim ki:
“Terk edilmiş bir bebek, büyüyüp aklı başına geldiğinde aklî olarak, onu görmemiş dahi olsa bir babasının olduğunu bilir. Ama anası ve babası belli olan meşru bir çocuk için bu delile ihtiyaç yoktur. Çünkü o sabah ve akşam babasının kucağında onun sevgi ve ihsanını hisseder ve görür. Bu çocuk babasını hissî deneyim ve tecrübe ile anlamaktadır.”
Ben Yüce Rab’den bir takım şeyler istiyorum ki buna, O’ndan başkasının asla gücü yetmez. O da benim bu isteklerime cevap veriyor. Buna rağmen ben O’nu nasıl tanımam? Güzel davranış, azgın ve huysuz bir köpek üzerinde etki gösterirken, akıllı bir insana ihsan ve ikramların etki yapmaması mümkün mü?
Kuraklık ve kıtlığa maruz kalan Efendimizin arkadaşları, Hazret-i Muhammed’e geliyor, O’ndan Rabbe dua etmesini istiyorlar. O’nunla beraber Rabbe yakarmak arzusunu gösteriyorlar. Efendimiz de onlara yağmur namazı kıldırmak için imam oluyor. Sonunda yağmur müjdesi ve yeşil bir baharın kokusunu alıp seviniyorlar.
Onların imanı bundan başka ne ile anlatılabilir? Onlar nazarî iman derecesini geçip, daha yüce bir imanî makama ulaşmışlardı. Yağmur yağdıktan sonra Allah Resulü’nün söylediği her söz ve tekrar ettiği, “Şehadet ediyorum ki Allah her şeye kadirdir ve yine şehadet ediyorum ki ben O’nun kulu ve elçisiyim.” sözü yüce bir imanın dillendirilmesidir.
Buradaki şehadet, mücerret yakînin üzerinde bir makamdır.
Bu zavallı genç bana dedi ki:
Bize öğrettiler ki, madde yok olmaz ve yenilenmez de. “Eğer dinlediklerimin sıcaklığı olmasa, bu imanı sarsan bir sözdür.”
Ben dedim ki:
“Evladım, bu sözleri yazanlar marifet ve bilginin yarısını söylüyorlar—ki onu da değiştirip tahrif ederek takdim ediyorlar.
Yok olmayan ve yeniden var olmayan madde değil, maddenin Rabbi olan Yüce Allah’tır. Ama senin ve benim yokken var olmamız doğru ve gerçektir. Sen ve ben ezelî ve başlangıçsız değiliz. Anamızın karnında bizi kim yapıp yaratıyor? Et ve kemikten oluşan beş kiloluk bir kütle karın boşluğunu dolduruyor. Cenini dışarı çıkmak için zorlayan, çıktıktan sonra da akciğerine dolan hava vasıtasıyla feryat ettiren bu mu?
Ben ahmaklığı ve ahmaklıktan doğan hükümleri çok aşağılıyorum. Bırak bu maddecilerle dalgamı geçeyim.
Bebek çok kere aynada gördüğü sureti orada oluşan bir resim sanır. Bir müddet sonra aklı ve idraki geliştikçe anlar ki, bu resim ve suret oraya karşısındaki cisimden yansımadadır.
Birçok insan bebekçe akıllarıyla maddeye olduğundan daha çok şeyler isnat edip, ona gücünün yetmeyeceği şeyleri vermekteler. Sormak gerekir; parmak uçlarında herkese özel o izleri kim vermiştir? Bunu derinin kendisi mi oluşturuyor? Halbuki o edilgendir etken ve müessir değildir.
Bütün güzellik ve harikalığına rağmen, madde âlemini bir kenara koyup daha yüce bir âleme nazar edelim. Bizim aklımızda anlayışı ve anlayışsızlığı, zekâyı ve aptallığı kim yaptı ve yarattı? Doğamıza atılganlığı ve pervasızlığı kim koyup var etti? Şöyle etrafımıza bakalım bunu yapan bir meçhul asker mi var? Ya da bir insan eliyle mi bunlar oluşturulmuş? Ya da yaratılış elementlerinden biri mi bunun ustası?
Aptal ve ahmaklar bilerek kendilerini Allah’tan uzak tutar ve kaybederler. Yüce kudreti, ahmakça bir düşünceyle küçük görürler. Bu ahmaklar ve cahillerin yaptığına şaşmamak gerek asıl şaşılması gereken kendilerini bilgin, aydın ve ilerici kabul eden ve başka lâkap ve isimlerle kendilerini ananların yaptıklarıdır.
Eskiden beri bazı insanlar, kâinat üzerindeki Allah’ın etki ve tesirini inkâr etmiştir. Bu işlerin faillerinin görünen bir takım sebepler olduğunu iddia etmiş ve söylemişler. Nitekim bir bebek aynada gördüğü sureti hareket ettirenin bizzat ayna olduğunu sandığı gibi, bunlar da gördüklerine bu yetkiyi vermişlerdir.
Zeyn b. Halit el-Cüheni diyor ki:
Yağmurlu geçen bir gecenin sabahında Allah Resulü bize Hudeybiye’de sabah namazını kıldırdı. Namazdan sonra insanlara dönerek:
“Rabbim ne dedi biliyor musunuz?” diye sordu. Arkadaşları “Allah ve Resulü bunu daha iyi bilir.” dediler.
Efendimiz buyurdular ki:
“Mevlâ dedi ki, ‘Bugün birtakım kullarım mü’min ve birtakım kullarım da kâfir olarak sabahladılar.’ Allah’ın ikram ve ihsanı olarak bizlere yağmur verildi, ‘Yıldızların bu hususta hiçbir etki ve dahli yoktur.’ diyenler bana inananlardır. ‘Şu rüzgâr ve fırtına bize yağmur getirdi.’ diyenlerse beni inkâr edip, yıldız ve doğa güçlerine inananlardır.”
Allah’ın her şeyin Rabbi ve Halikı olduğunu, bütün hayırları ve ihsanları gönderenin O olduğunu bilen ve tanıyanlar gerçek inananlardır.
Bu grup, olayları ve oluşları, amelleri ve yaratılışları, ister Allah’a isnat etsinler, isterse mecazî olarak yaratıklara isnat etsinler şüphesiz bunlar mü’mindir. Birisi kalksa, yaz mevsimi meyveleri olgunlaştırdı dese bunun maksadı yazın sıcaklığı meyvelerin olgunlaşmasına sebep oldu demektir. Bunu, Allah’ı inkâr için söylememiştir. Çünkü o biliyor ve inanıyor ki, ekini bitiren, meyveyi büyüten, insanlara ikram edip yediren Allah’tır. Eğer bu sözler, gönül ve düşüncesi Allah’tan uzak bir şekilde söylenmişse günah olan budur. Varlığı, basit sebeplere nispet edip, Rabbin ulûhiyetini itiraftan kaçınanlar mevzumuzun haricidirler. Onların yerleri zaten bellidir. Allah Resulü bir çok zaman sebeplerin perdelerini açarak insanları Rableriyle ilişkilendirmek için, onların yerini ve değerini açıklamıştır. Böylece onlara her an Allah’ı hatırda ve gönülde bulundurmalarını öğretmiştir.
Yüce Rabbimiz, kullarına olan lütuf ve kereminden dolayı, bazen onları ihtiyaç duydukları şeylerden mahrum bırakmakta, ihtiyaçlarını elde etmek için gayret sarf edip ısrarla onu istemelerini murad etmektedir. Böyle bir halden sonra onları isteklerine kavuşturduğunda gönüllerinde şükür hisleri depreşip imanları ve inançları yenilenmiş olmaktadır.
Yağmur namazı, hacet namazı, istihare namazı bunun için meşru kılınmıştır.
— Muhammed Gazali