TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Hedefi vuranlar, hedefe vurulanlar

Yalnızca hedeflerinin esiri olmayanlar hedefi vurabilirler.

Hepimiz, hayatımızın bir döneminde, gelecekle ilgili ‘ne yapmak istiyorum?’ sorusunu kendimize sorarız. Cevaplarımız hayatımızın akmasını istediğimiz yönünü işaretler. İnsanın bir hedef seçmesinde ve ona ulaşmak için çalışmasında kötü bir yan yoktur. Önemli olan onun karşısındaki tavır ve konumdur ki, bu da insanın hayata verdiği anlamdan bağımsız değildir. Hayatı kendilerine verilmiş bir emanet olarak gören insanların seçtikleri hedefe ulaşma çabaları, er ya da geç maksadını bulan bir çaba olacaktır. Çünkü, yalnızca hedeflerinin esiri olmayanlar hedefi vurabilirler.

Bir de hedefe vurulanlardan söz etmek gerekiyor. Bugün, “Hedefime ulaşmak için çok çalıştım ve sonunda başardım.” sözü, bilincini hakim sosyo-ekonomik ve kültürel yapının biçimlendirdiği bireylerin kendileri için kurguladıkları özel bir filmin mutlu son sahnesini tamamlıyor. Başarılı ve zengindirler, dünya tüm vaatkârlığıyla önlerinde açılıyordur, zirvededirler, stadyumlardan, konser salonlarından, sahnelerden kendileri için alkışlar yükselmektedir, ‘first class’ bir yaşantının canlı renkleri gözbebeklerine yansıyordur. Bu fantezi sahneleri, ünlü psikanalist Lacan’ın ifadesiyle, ‘gerçeğin geri döneceği’ travmatik âna kadar bireyi motive etmeyi sürdürecektir. ‘Hedefine kilitlenmiş olma’nın çağrıştırdığı o tehditkâr anlam, ‘imha’; hedefine varmak için incelikli planlar kuran, tuzaklar hazırlayan, stratejiler geliştiren kişinin kendi hayatı için biçtiği rolle sonunda örtüşecektir.

Kendimize neyin peşinde olduğumuzu sormanın zamanı gelmedi mi? Neyin peşinde olursak olalım, neyi hedeflersek hedefleyelim, bizden talep ettiği şey aynıdır: hayatlarımız. Uğrunda nice hayatlar harcanmış hedefler, aynı açgözlülükle bizden de hayatlarımızı talep ediyorlar. Başarı, servet, kariyer, şöhret... İnsanlar ölüyor, ama hedefler kalıyor.

Yalnızca hedefleri için yaşayan insanlar olduğumuzda, bizi hedefimizden uzaklaştıracağını, ona ulaşmamızı engelleyeceğini düşündüğümüz herkese ve her şeye düşmanca bakarız. Dostluklarımız hedef dostlukları olur. Menfaat üzerine işleyen ilişkiler kurarız. Ferâgat, bağışlama, cömertlik, yardımlaşma gibi, yaşamayı mümkün kılan her iyi haslet zıtlarıyla yer değiştirir. Bu kötülük, istilacı özelliğiyle toplumun tüm dokularına yayılır ve bütününü çürütür.

Mesele, hedefin büyüklüğü-küçüklüğü ile çok da ilgili değildir aslında. Belirleyici olan, bizim hedefimize yüklediğimiz anlam ve o hedefe yürürken insanî ve imanî değerleri çiğneyebilmeyi rahatlıkla göze alışımızdır.

Hedefi vuralım derken, hedefe vurulmaktan sakınmamızda fayda var.

Sedat Turan


 

***


 

Şimdi perde örtülü...

Fakat perde kalkınca, bilmem ne özür bulur, ne yapar ne ederler?”

Hâfız-ı Şirazî, ‘yaptığım yanıma kâr kalıyor’ diye düşünenlere ‘perdelerin kalkacağı’ Hesap Gününü hatırlatıyor.


 

***


 

GERÇEK HAYAT SÖZLÜĞÜ

İyi niyetli iletişimsizlik: İki insanın sahip oldukları iyi niyet ve hassasiyet yüzünden, ‘incitebilirim’ endişesiyle yekdiğerine gerçek düşünce ve duygularını açmamalarından kaynaklanan iletişimsizlik.

(Bazı iyi niyetli ve ince ruhlu kişiler muhatap oldukları kişi veya kişileri o kadar düşünürler ki, empati yapmaktan öte ‘aşırı empati’ yapar ve bu yüzden karşılarındaki kişiyi yanlış anlarlar. Eğer karşıdaki kişi de aynı ‘aşırı empati’ özelliklerine sahipse, tamamen iyi niyetlerle, birbirlerini yanlış anlamaları ve de yanıltmaları kaçınılmaz gibidir. Özellikle aile hayatı ile arkadaş ilişkilerinde yaşanan iletişim problemlerinin önemli kısmında, iyi niyetli iletişimsizliğin rolü büyüktür.)


 

***


 

Eğitmek’ mi, ‘dik tutmak’ mı?

Geçen sayımızın iki duvar yazısından biri, dillere pelesenk olmuş bir (h)atasözünü düzeltmeyi hedefliyordu. Eğitimle ilgili olarak söylenen, “Ağaç yaşken eğilir.” sözüne karşılık, “Ağaç yaşken doğrulur, lütfen eğriltmeyin!” diyorduk bu duvar yazımızda.

Ocak sayımızda bu sözü okumuş bulunan bir gönül dostumuzdan, bu noktada ilginç, bir o kadar anlamlı bir bilgi edindik. Ve, bu bilgiyi sizinle de paylaşalım istedik:

Eğitim’ kelimesinin İngilizce karşılığı olan ‘education’, Latince ‘educe’ kelimesinden gelir. ‘Education’un kendisinden türetildiği bu ‘educe’ kelimesi ise, ‘dik tutmak’ anlamını taşır. Buna göre, İngilizce kök anlamı ile düşünürsek, ‘eğitim’ insanı, özelde çocukları eğip bükmek, onları fıtratlarının aslî mecrasından saptırmak olamaz. Bilakis, eğitim, çocukları ‘dik tutmalı’, eğilip bükülmeden fıtratlarının gösterdiği istikamette yetişmelerini sağlamalıdır.

Bizdeki ‘eğitim’ eğiyor olabilir; ama ‘education’ eğmeyip doğrultmayı, dik tutmayı gerektiriyor!


 

***


 

TELEVİZYON GEVEZE, ÇOCUKLAR SUSKUN

21 Ocak 2003 tarihli gazetelerde şu ilginç haber yer alıyordu:

İstanbul Tıp Fakültesi’nde yapılan bir araştırma, çok televizyon izleyen bebeklerin dil gelişiminde gecikme olduğunu ortaya çıkardı. Araştırmada, günde iki saatten fazla TV seyreden çocukların yüzde 50, iki saatten az izleyenlerin de yüzde 31’inin dil gelişiminde gecikme saptandı. Televizyon izleyen çocukların kişisel ve sosyal gelişimlerinde de gecikme olduğu belirtildi.”

Özellikle çocuklarının televizyon başında saatlerce vakit geçirmesine seyirci kalan anne babaların, bu araştırma sonuçlarından alacakları dersler olsa gerek...


 

***


 

Küçük şeyler küçük değildir

Bir arkadaşımız, ‘küçük şeyler’e dair bazı notlar göndermiş. İşte onlardan birkaçı:

• En iyi şeyler küçük çıkınlarda taşınır.

• Ufak balıklar lezzetli olur.

• Ateşe küçük odunlar atılırsa alevler artar. Büyük odunlar ise ateşi söndürebilir.

• Her küçük şey mutlaka işe yarar.

• Sağanak dediğimiz, küçük damlacıklardan ibarettir.

• Ufacık bir yağmur kocaman bir toz bulutunu yok edebilir.

• Muazzam bir aydınlık küçük bir delikten görülebilir.

• Saman çöpü rüzgârın yönünü gösterir.

• Bütün hasat bir kıvılcım yüzünden elden gidebilir.

• Büyük makineleri küçük çarklar çalıştırır.

• Küçük başlangıçlar olmadan büyük sonuçların sağlandığı vaki değildir.


 

***


 

İyi insanlar, sorumluluklarını hatırlamaları için kanunlara ihtiyaç duymazlar. Kötü insanlar ise, kanundan kaçmanın bir yolunu bulurlar.”

Büyük filozof Eflâtun, toplum hayatının en çarpıcı paradokslarından birine dikkat çekiyor.


 

***


 

Helmut Schmidt’ten Akıl Yüklü Tesbitler

1970’lerden 80’lere, yaklaşık sekiz yıl Almanya’yı yönetmiş olan eski başbakan Helmut Schmidt, kendisiyle yapılan bir söyleşide, her kulağa küpe olacak cinsten, tecrübe ve akıl yüklü sözler söylemiş. İşte onlardan bir demet:

Sayın Başbakan, gerçek bir liderin alamet-i farikası olan en önemli nitelikler nelerdir?

İlk nitelik, insan olarak güvenilir olmaktır. Başkalarının kendisiyle işbirliği etmeyi arzu etmeleri ve bunu yapabilmeleri için, lider hesaba kitaba gelir olmalıdır. Ne yapacağı belli olmayan insandan lider olmaz.

Lider başka hangi niteliklere sahip olmalı?

Lider hüküm verebilmeli ve hükümlerini birtakım alt unsurlara dayandırabilmelidir. Hüküm, sizin önemli olan şeyler ile o kadar da önemli olmayan şeyleri ayırd etme kabiliyetinize bağlıdır. Mümkün olanla olmayanı, yapılabilir olanla yapılamaz olanı ayıramayan, lider olamaz.

Bir imkânı gerçekliğe dönüştürebilmesi için lidere ne lâzımdır?

İlk mesele, hedeflerinizin ne olduğudur. Aynı anda birkaç hedefe sahip olabilirsiniz. Önceliklerinizi doğru sıralamış olmalısınız.

Hedefinizi tesbit ettikten sonra, bunun gerçekleştirilmesi için ne yaparsınız?

Rızalarının alınması gerekenleri ikna edebilmelisiniz. İkna edilmesi gerekenleri ikna ettikten sonra, şifahen veya kâğıt üzerinde kararlaştırılmış olanı hayata geçirmeye gelir sıra. Bu ise ayrıntılı bilgi gerektirir. Şayet, haddinden fazla ayrıntıya dalarsanız, ne hüküm vereceğinizi şaşırabilirsiniz. Çok az ayrıntıya sahipseniz, o zaman da bürokratların oyuncağı olursunuz.

Peki, uzun vadede hayırlı olabilecek, ama kısa vadede siyasi bakımdan hiç de popüler olmayan birşeyi yapmaları hususunda insanları nasıl ikna edersiniz?

Tek şansınız, insanların sizi hükümlerine güvenilebilir bir insan olarak görüyor olmalarıdır. Şayet size itimatları varsa, birtakım hoş gözükmeyen hareketlerinizde peşinizden gelmeye razı olabilirler.

Tekrar başbakan olsanız, neyi farklı yaparsınız?

Koltuğumu daha erken terkederim. Altı ay veya bir yıl kadar fazla kaldım orada. Daha erken ayrılmış olmalıydım. Bunu yapmadım. Bunun bir hata olduğunu düşünüyorum.

Rakipler arasındaki uluslararası ilişkilerin en zor kısmı nedir?

En zor şey, rakibinizi aynı zamanda dost haline getirmektir. Başka türlü söylersek, rakiplik konumunuzu sürdürmekle beraber, kendileriyle işbirliği yapılması gerekenlerle dost olmayı becermektir.

Siyasi liderlikle iktisadî liderlik arasında sizce ne gibi farklar vardır?

Siyasi liderlik başka, ekonomik liderlik başkadır. Birçok işadamı devleti siyasi sınıftan çok daha iyi yönetebilecekleri vehmine kapılırlar. Bunu yapabileceklerinden şüpheliyim. Önde gelen bir siyasi liderin başarılı bir işadamı, başarılı bir işadamının da iyi bir siyasi lider olduğunu hiç görmedim.


 

***


 

İstediğini söyleyen, istemediğini işitir.


 

***


 

Çocuklarımız nasıl olacak? Bu, bize çok bağlı. Ama aynı zamanda onlara da bağlı...”

Ünlü yönetmen Tarkovski, ‘istikbalimize’ dair, son derece basit ama o kadar da dengeli bir yaklaşım getiriyor.


 

***


 

TÜKETEN TÜKENİR

Ben hâlâ çok yüksek maaş alan bir insan değilim. Benim maaşım yedi bin dolara yakın bir maaş. Yani, muazzam paralar değil. Ve iki ay maaşsız kalmaya dayanacak gücüm yok.”

Bu sözler, Star televizyonunun haber müdürü Ayşenur Arslan’a ait. Bir gazetede kendisiyle yapılan röportajda Türkiye’de nüfusun kahir ekseriyetinin, topluca ancak rüyasında gördüğü yedi bin dolar için, böyle söylüyordu Arslan.

Sayın Arslan’ın bu sözlerinde samimi olduğunu; yedi bin dolar maaş alsa da, iki ay maaşsız kalsa dayanacak gücü olmadığını düşünüyoruz. Ki, onun bu sözleri, hayatımızı ‘ne kadar kazandığımız’dan ziyade ‘kazandığımızı ne şekilde harcadığımız’ temelinde kurmamız gerektiğine dikkat çeken, Nisan 2001 sayımızı, bu sayının “Tüketen Tükenir!” başlıklı kapak konusunu hatırlattı bize.

Nitekim, yine Ocak ayı içinde, bir başka gazetede, ekonomi profesörü, köşe yazarı, televizyon yorumcusu Prof. Dr. Deniz Gökçe, Akşam’daki köşesinde, aynı konuya bir kez daha çekecekti dikkatlerimizi.

Deniz Gökçe’den öğrendiğimize göre, kendisi beş ayrı işte çalışıyor; geçinmek için, bunu yapmaya da mecbur. Buna karşılık, cüz’î bir maaşla ev hizmetlerini yürüten kişi ondan daha fazla malvarlığına sahip. Evi ve fındık bahçeleri var...

İlginç değil mi?


 

***


 

Gerilimden uzak dur;

Gerilirsen, gerilersin!


 

***


 

AB’ye ne zaman gireriz?

Yazarımız Ömer Baldık, “AB’ye nasıl gireriz?” muhabbetine dergi olarak bir katkımız olsun istemiş ve bir kenara şunları not etmiş:

• Trafik polislerimiz trafik kurallarına uyduğunda.

• Çeyrek ekmek kokoreç, yarım ekmek kokoreç fiyatının tam yarısına satıldığında.

• İki yudumluk kutu ayranlar yediğimiz katığa eşlik eder büyüklüğe eriştiğinde.

• Resmî plakalı araçlar kırmızı ışıkta durduğunda.

• Toplu taşıma araçları ayakta çok yolcu almadığında ve duraklarda uzun süre yolcu beklemediğinde (içerideki yolcunun hakkını gözettiğinde).

• “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyenlere, polisler “Kim olursan ol” diyebildiğinde.

• Okulda öğrenciler istedikleri gibi giyinebildiklerinde.

• Öğrenciler kendi öğretmenlerini seçebildiklerinde.

• Sınıflar en fazla 30 kişilik olduğunda.

• Her öğrenci kendi kapasitesine göre değerlendirildiğinde.

• Okul kapılarındaki “Okul vaktinde veliler giremez.” yazısı kaldırıldığında.

• Üniversiteler özerk olduğunda.

• Sivil toplum kuruluşları yüzlerini devlete değil, halka döndüklerinde.

• İnsanlarımız spor seyreder olmaktan ziyade, spor yapar hale geldiğinde.

• Fail-i meçhul cinayetler, meçhule karıştığında.


 

***


 

Bir kuru ekmeği tadarken gözyaşı dökmediysen, Allah’ın kudretini takdir etmiyorsun demektir.”

J. W. von Goethe’den serzeniş yüklü bir şükür ve tefekkür çağrısı.


 

***


 

Aile Evden Gitmesin

Çalışan annelerin yaşadığı en büyük sorun, çocuklarının kendilerine en çok ihtiyaç duydukları bir dönemde, onları bırakıp işlerine bakmak zorunda olmaları. Bu durumda, eğer çocuklara bakma işini üstlenen bir yakınları yoksa, bir bakıcı tutma yolunu seçiyorlar.

Ocak ayı içinde yaşanan trajik bir olay, ‘Çocuğa kim bakmalı?’ sorusunu bir kez daha gündemin üst sıralarına taşımış oldu. Bir gazeteye konuşan Çapa Tıp Fakültesi Psikiyatri Ana Bilim Dalı öğretim üyesi Prof. Dr. Sedat Özkan’ın bu olay üzerine söyledikleri, her anne babanın kulağına küpe olacak türden sözlerdi. Çocukların psikolojik gelişimi için çalışan annelerin en az bir yaşına gelene kadar çocuklarına kendilerinin bakması gerektiğini vurgulayan Özkan, “Eğer anne fedakârlık edecekse, bu yaşlarda etmeli” diyordu.

Prof. Özkan’a göre, çocuk ile anne ilişkisi bir bütün olduğu için, araya bakıcı gibi unsurların sokulmaması gerektiğini söylüyor ve şunları ekliyor:

Çocuk için anne bir tanedir. Bakıcı ile yetişen çocuğun kendine güveni olmaz ve kişilik bozukluğu oluşur. Anne, çocuk için güven kaynağıdır. Çocuğunu bırakarak işe gitmek zorunda kalan anneler çocuklarına ilk hayal kırıklığını yaşatır. Bir yaşından üç yaşına kadar olan dönemde ise, anne iş saatlerini yine çocuğuna göre ayarlamalı. Ancak üç yaşından sonra kreşe veya tanıdık bir bakıcıya çocuk teslim edilebilir.”

Görülen o ki, çocuklar için annenin şefkat ve ilgisinin yerini tutacak bir şey henüz keşfedilebilmiş değil. Bundan sonra keşfedileceğini de sanmıyoruz.

Madem öyle, aman dikkat: Aile evden, çocuklar elden gitmesin!


 

***


 

Küçük Olaylar

Kocaeli’de bir fabrikada yangın çıktı. TV kanalları, haberi alır almaz hızla yangın yerine koştu. Helikopter kiralayanları bile vardı. O akşam, haber bültenleri yangın yeri gibiydi.

O sıralar, Üsküdar’da küçük bir ev de yandı. Onun haber değeri, gazetelerin iç sayfalarında iki satırlık bir yerden ibaretti.

Aynı anda, yalnızca İstanbul’da on milyona yakın ev ya da işyeri yanmadan durdu. Hafîz-i Rahim, gaz kaçağından elektrik kaçağına, yaramaz bir çocuğun kibritle oynamasından imalat anında kimyevî maddelerin tutuşmasına.. kadar sayısız ‘yangın sebebi’ karşısında, milyonları korudu. Ama bunun hiçbir haber değeri yoktu.

O esnada, Ayşe Hanım ocağı yakayım derken parmağının ucunu da yaktı. Bundan kocası bile haberdar olmadı.

Aslında, Ayşe Hanım’ın yüreği nicedir yanıyordu. Hayatını Rabbinin rızasınca yaşamıyor; can sıkıntısıyla kıvranıyordu. Ama o, sıkıntısının, koltuk takımının henüz yenilenmemesinden kaynaklandığını sanıyordu.

O sıralar, dünyanın yarısında, kış sebebiyle sobalar harıl harıl yanıyordu. Kaloriferler de. Bu iş için kullanılan kömür, petrol veya doğalgaz ise, Rabb-ı Rahîm tarafından tâ yüzmilyonlarca yıl önceden depolanmıştı.

Dünyanın öbür yarısında ise, sıcaktan yanan insanlar, her nasılsa, hem ‘serinlemek’ hem de ‘güneşte yanmak’ için sahillere koşuyordu.

Bir anne, hiddet edip çocuğunun yüzüne vurdu. Çocuğun canı yandı.

Bir diğer anne, Resul-i Ekrem’in, ‘yüz’e dair o nefis uyarısını hatırladı. Yüz, Cemîl-i Zülcelâl’in nakşının en ziyade göze çarptığı yerdi; bunu bilmeli, bir uyarı gerekiyorsa bile, bu, kaba etine hafifçe vurarak yapılmalı idi. Yüze değil. Onun çocuğu da bir yaramazlık yapmıştı gerçi. Ama yüzüne vuramadı.

Ufaklık ise, Resul-i Ekrem’in ‘âlemlere rahmet’ oluşunun bir cilvesinin şu an üzerinde tezahür ettiğinden habersizdi.

O an, bir insan, bir sevdiğinden, umulmadık bir söz duydu. Yüreği yandı.

Bir çocuk, dımtıs-dımtıslarla yol alan arabanın, güya şov yapayım derken, yavru kediyi ezdiğini gördü. Yüreği yangın yerine döndü.

Bir gönül ehli, bu kadar olup bitenin içinde, insanların Rablerine giden bir yol, bir iz bulamadığını gördü. Onun yüreğindeki yangının tarifi imkânsızdı.

İki çocuk, mahallede çıkan, ama büyümeden söndürülen yangını izlemişti. İtfaiyeciler, dumanlar arasından iki küçük çocuğu çıkardılar. Seyirci ufaklıklardan erkek olanı, “Büyüyünce itfaiyeci olucam.” dedi. Kız olanı ekledi: “Ben de hemşire olurum.”

Bu sözlerdeki ‘şefkat’ sırrını, ne yazık ki, tek bir büyük farketti. Diğerleri dalgaya aldılar: “Başka meslek mi bulamadınız?”

O sıra, Güneş, milyonlarca kilometre öteye uzanabilen alevleriyle, celâl ve cemâlin, kahr ve lütfun eşsiz bir örneğini sergiliyordu.

• İki gönül dostu, gün batımında bu sırrı düşündüler. “Güneşin iki bariz özelliği var.” dedi biri: “Ateş ve ışık.” Diğeri ekledi:

Bu dünyanın özelliği de aynı. Ateş ve ışık, burada beraberce hükmediyor. Galiba, öte tarafta, cennet ehlinin payına ışık, cehennem ehlinin payına ise ateş düşecek.”

Ve her gün gibi, o gün de bazıları ateşin, bazıları ışığın peşindeydi...