TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

ÇOCUKLAR ÖLDÜRÜLMESİN!

Savaş karşıtı söylemlerden en haklı olanıdır “çocuklar öldürülmesin!”. Bazı askerî ve siyasi strateji uzmanları ve savaşın gerekliliğine inananlar, bu söylemi ‘basit bir duygusal tepki’ göp sürekli dile getirilmesini yersiz buluyorlar. Pekâla! Biz de BM’nin Irak savaşında 1 milyondan fazla Irak’lı çocuğun öleceği tahminini hep aklımızda tutarak, ‘basit duygusal tepkimiz’de ısrarla direneceğiz.

Bu vicdanî ve ahlâkî sorumluluğu, aynı zamanda İslâm Peygamberi’nin sahabelerine verdiği bir emrin, bugün de insanlığa vicdanî ve ahlâkî sorumluluğunu hatırlattığına inanıyoruz.

Her gazvesinde masumlara dokunulmaması uyarısında bulunan Peygamberimiz, Benî Süleym kabilesine karşı yaşanan savaşta da, üç kez tekrar ederek:

Dikkat ediniz! Çocuklar öldürülmeyecektir!.. Dikkat ediniz! Çocuklar öldürülmeyecektir!.. Dikkat ediniz! Çocuklar öldürülmeyecektir!..” buyurdu.

Bunun üzerine, Ensarın önde gelenlerinden Useyd b. Hudayr:

Yâ Rasûlallah! Onlar, müşriklerin çocukları değiller mi?” diye sordu.

Peygamberimiz Aleyhisselam şu cevabı verdi:

Sizin en hayırlılarınız da müşriklerin çocukları değiller mi?”


 

***


 

Savaşın iyisi asla başlamaz.


 

***


 

En iyi gazeteci, en az kâğıdı en ucuza boyayıp en pahalıya satandır.”

Haldun Simavi’den akıllara zarar bir gazetecilik dersi.


 

***


 

RUHLARIMIZA BİR PARMAK BAL

İstanbul’a dört bir koldan baskın yapan kar ve kıştan casusluk romanlarına yakışacak bir biçimde firar etmeyi başardık.

Ve yıllar sonra Bodrum!

Günlük güneşlik bir sabaha uyandık ertesi gün. Türkiye’nin başka bölgeleri basınımızın pek sevdiği klişeyle ‘kara teslim olmuşken’ Bodrum tepeleri papatyalarla süslenmişti.

Badem ağaçları çiçek açmıştı!

Her biri bir sanat eseri kadar güzel ağaçların bekçiliğini yaptığı daracık sokaklardan bir müzeyi gezer gibi hayranlık duygularıyla yürüdük: Bilge zeytinler, iri kıyım okaliptüsler, süslü portakal, mandalina ve limonlar ve nazlı karabiberler...

Bodrum’daki sabah yürüyüşünde kent yaşamı sırasında aldığımız en ağır hasarın doğaya ilişkin duyarlılığımızı kaybetmek olduğuna bir kez daha inandım. Düşünebiliyor musunuz, bu sokaklardan yürüyenlerin büyük bir çoğunluğu bu ağaçların adlarını, özelliklerini, öykülerini bilmiyorlar... Aslında müthiş bir çeşitlilik gösteren bitkilerin tümüne ‘ot’ gözüyle bakıyorlar... Ve kendilerini ‘gezmiş’ ve ‘görmüş’ sanıyorlar. Sanıyoruz!

Böylesine bir cehaletle yeryüzünü tanımadan ‘yaşayan’ modern insan değil mi aslında ‘ot’ gibi olan?

Anadolu insanları olarak çok şanslıyız aslında, dünyanın en zengin bitki örtülerinden birinin üzerinde yaşıyoruz. Otlarla ilgili bilgileri kaleme alan yazarlardan birisi buralı (Halikarnaslı) Herodot. Anadolu öykülerinde şifalı otların, rengarenk çiçeklerin, baş döndüren kokuların o kadar büyük bir yeri var ki...

Çok eski zamanlarda bir prenses ağır bir hastalığa tutulmuş. Ülkenin en bilge insanı ancak bin farklı ot verilirse iyileşeceğini söylemiş. Saraydakiler bu zor işin altından nasıl kalkacaklarını kara kara düşünürken, otçu çıkagelmiş: Bal verin ona demiş. Bin ottan yapılmıştır!

Yorgun ruhlarımıza ve zihinlerimize de bal vermenin tam sırası değil mi?

Haluk Şahin, gazetedeki köşesinde, kış ortasında yazdığı bahar yazısıyla, kent hayatının, tabiattan uzak düşen ve tabiata yabancılaşan insanlarını, unuttuklarını hatırlamaya, uzak düştüklerine yakınlaşmaya çağırıyor.


 

***


 

ÇABUK GELMEZ

Bir gün konuşma sırasında bir tanıdığı, Lord Northcliffe’e, İngiliz edebiyatının tanınmış romancısı Thackeray hakkında şunları söyler:

Thackeray bir sabah gözlerini açtığı zaman meşhur olduğunu görmüş, doğru mudur?

Lord Northcliffe, kelimelerin üzerine basa basa şu cevabı verir:

Thackeray, bir sabah gözlerini açınca kendini meşhur bulmuş, öyle mi? O sabah geldiği zaman Thackeray, elli yıldan beri, günde sekiz saat yazı yazıyordu... Sabahleyin kendilerini meşhur bulan adamlar, bütün gece uyumazlar.

Lord Northcliffe, ‘kısa yoldan zirveye çıkmanın yollarını’ arayanlara, öyle bir yol olmadığını kısaca böyle izah ediyor.


 

***


 

İki Farklı Semt, İki Farklı Tepki

Şahit olduğum iki olay, İstanbul’un sosyoekonomik yapısı ve bunun insanlara etkileri hakkında çok anlamlı ipuçları veriyor:

Küçükyalı’da kâğıt ve hurda malzemesi toplayan birine lüks bir araba çarptı. Haksız olan hurdacıydı. Çıkan tartışmada araç sahibi hurdacının üzerine çok gidince, çevre esnafı hurdacıya sahip çıktı ve lüks arabanın sahibine de, “Sen zararını sigortadan karşılarsın, garibandan ne istiyorsun?” diye çıkıştılar.

Aynı olaya üç ay sonra Bağdat Caddesi’nde şahit oldum. Bu sefer haksız olan lüks arabanın sahibiydi. Ancak çıkan tartışmada bu sefer çevredeki esnaf, haklı olmasına rağmen hurdacıya büyük tepki gösterdi. Olay bir toplu gösteriye dönüştü. İki farklı semtte, aynı olaya iki farklı tepki...

Bizde orta ve alt orta sınıf mağdurdan, fakirden yanadır. Üst sınıfa gidildikçe olay, güçlü olanın haklılığına dönüşür. Yaşadığım iki olay, bunun en bariz göstergesi.

Hikâyeci-sosyolog Fatma Karabıyık Barbarasoğlu’ndan güce ve haklılığa bakışımıza dair çarpıcı bir örnek.


 

***


 

TOTALİTARİZME KARŞI KİTAP

Zorba ve baskıcı rejimlerin şenlik ateşini, yakılan kitaplardan yükselen alevler kadar iyi ne simgeleyebilir? Okuyan insana duyulan nefretin bütün şiddetiyle okunan nesneye de yönelmesi boşuna değildir. Düşünceye, özgürce düşünmeye, insanın özgürlüğü düşünmesine tahammül edilemiyordur.

Ünlü bir otomobil yarışçısı olan Schumacher’in, kitap okumadığını okumanın bir faydası olmadığını neredeyse kibirli bir ifadeyle söyleyebilmesi totalitarizmin kitaplara karşı savaşını onları yakmak gibi kaba yöntemlerin dışında da sürdürebildiğini gösteriyor.

Totalitarizmle, bir otomobil yarışçısı arasında nasıl bir ilgi kurulabilir diyorsanız İtalyan yazar Alberto Nessi’nin Schumacher’in bu sözlerini nasıl yorumladığına bakalım:

Schumacher bugünün dünyasını yöneten totalitarizmin ete kemiğe büründüğü kişiliklerinden biridir. Totalitarist ideolojinin yeni biçiminin bileşenleri; hız, göz alıcılık ve teknolojidir.” Alberto Nessi, Kitaplık dergisinin şubat sayısında yer alan ve kitap düşmanlığına dair tarihten örnekler sıraladığı, ‘Totalitarizme karşı kitap’ başlıklı yazısında şöyle ilginç bir karşılaştırma da yapıyor:

“‘Homo legens’, Okuyan İnsan başkaldıran insandır. Özgür insandır.

Homo videns’, Seyreden İnsan televizyonun oluşturduğu mitlerin içinden dünyaya bakar. Okuyan insan kendi özel dünyasını kurar. Seyreden İnsan ekrandaki ‘büyük insanların’ istediğini olur, Okuyan İnsan ruhça zenginleşir.”


 

***


 

OSCAR’LI MUTSUZLUK

Güzellik, şöhret ve zenginlik... İnsanların kahir ekseriyetinin hayallerini süsleyen bu ‘mutluluğun üç atlısı’na saygıda kusur edildiği pek görülmez. Ama gazetelerde yer alan haberlere göre, Halle Berry’nin bu konuda ciddi şüpheleri olduğu çok açık.

James Bond’un Başka Gün Öl” adlı son macerasında rol alan Oscarlı ünlü aktrist Halle Berry, çekimler sırasında intihar girişiminde bulundu. Eşinin kendisini sürekli olarak aldatmasından usanan Berry, aşırı miktarda hap alarak intihara kalkışmış. Aktris bir süre önce de kendisinin ve kocasının çeşitli ailevî problemleri yüzünden psikolojik tedavi gördüklerini açıklamıştı.

Mütevazi şartlarda yaşanan, ama hürmete, sevgiye ve sadakata dayalı aile hayatlarına, hakettiği değeri gösteremeyenlerin bu hadiseden çıkaracağı dersler olmalı değil mi?