Korkarım, Spinoza’nın umduğu zamanlanlar gelmeyecek. Savaşın efendileri kana doymayacaklar ve biz yine akıl tutulmasına uğramış halde olup bitenleri izlemekle yetineceğiz.
Halbuki olayların akışını etkileyebilecek kadar güçlü hissediyorduk kendimizi. Çünkü haklıydık ve susmuyorduk. Dünyanın her köşesinde, hatta Amerika’da, İngiltere’de “şimdi barış” isteyen milyonlarca insanla birlikte tarih sahnesine ‘özne’ olarak çıkabilmenin umudunu taşıyorduk. Ne gözü dönmüş muktedirlerin çıkarları ilgilendiriyordu bizi, ne de sahip olduğu gücün kölesine dönüşmüş bir diktatörün geleceği. Biz Irak halkını seviyorduk. Bizim olan halkı... Sabah ezanlarıyla uyanan insanları... Fakirliğini, ezilmişliğini onurluca taşıyabilmenin endişesiyle işlerine koşan insanları seviyorduk ve iri ve kara gözlü çocuklarını... Bizim çocuklarımızı... Biz Bağdat’ı seviyorduk. Tonlarca bombanın altında hâlâ atan o şehrin kalbini... Kendi şehrimizi savunur gibi direniyorduk İstanbul’da, Paris’te, New York’ta, Kahire’de, Atina’da... Savunduğumuz insanlığımızdı.
Şimdi bir kez daha haddimizi bildiriyorlar işte. Uslu çocuklar gibi ekran karşısındaki yerimizi aldık ve dakika dakika değişen görüntüler eşliğinde haber stüdyolarına akan bilgileri takip ediyoruz. Strateji uzmanları, haritalar üzerinde işgal harekatının safhaları hakkında açıklamalar yapıyor. Müttefik kuvvetler Irak’ın içlerine güneyden ilerliyorlar. Ümmü Kasr’da Amerika bayrağı diken saçından tırnağına silahlı bir askerin görüntüsü yansıyor ekrana. Nasırıye’de şiddetli bir direnişle karşılaşıldığı bildiriliyor. Saatler sonra Bağdat’a ilk bombalar düşüyor ve bu daha başlangıç. Ekranın altından geçen bir yazı İngiltere’den kalkan B-52 ağır bombardıman uçaklarının Bağdat’a doğru yola çıktığını haber veriyor. Siyasi yetkililer, gazeteciler, akademisyenler bazen heyecanla bazen soğukkanlılıkla savaşın gerekçeleri ve sonuçları üstüne sonu gelmez bir gevezelikle konuşuyorlar. İstediğiniz sebebi beğenin: İster Irak halkına uçak gemileriyle götürülen özgürlük ve demokrasi hediyesini... İster petrol bölgelerinin kontrol altına alınmasını... İster kimyasal ve biyolojik sınavların oluşturduğu tehdidi ya da İsrail’in güvenliği endişesini. Dinlediklerimize ve okuduklarımıza inanacaksak bu hukuk tanımayan saldırının gerçekleşmemesi akıldışı olurdu. Mantık zorbadır ve böyledir: Rasyonalitenin tahakkümü hiçbir şeye benzemez. Savaşa yönelik itirazların hep yeni bir dünya tahayyülüyle birlikte dile getirilmesi boşuna değildir: “Bu dünya,” savaşın dışında düşünülememektedir. O, “ilerleme”nin geri dönüşsüzlüğüne kökten bağlıdır.
İkinci Dünya Savaşı’nın dehşetini iliklerine kadar hisseden ve Gestapo’nun elinden ancak intiharla kaçabilen düşünür Walter Benjamin, “teknolojinin en rasyonel kullanımı savaştır” demişti. Tarih, Benjamin’i yalanlamadı. Bu yaşanan savaş hakkında çok şey söylenebilir, söyleniyor da. Uluslararası hukukun çiğnendiği, haksız ve adaletsiz bir saldırı olduğu, barışçı bir çözüm için yeterli süre tanınmadığı... Ama yaşadığımız gezegeni büyük bir cephaneliğe çeviren bunca silahın kullanılmadan toprağa gömüleceğini mi umuyorduk? Bütün zamanların en büyük savaş makinesi ebediyen kıpırdamadan duracak mıydı? Bütün bu ilerleme çılgınlığının niçin olduğunu sanıyorduk? Fuarlara koşmanın bir gereği kalmadı artık: Bugün için, teknolojinin vardığı son nokta Bağdat’tır.
Alman Filozof Hegel’e göre, güncel olan, bir anlamda geçmiş olandır da... Felsefî-politik analizler ışığında anlamaya çalıştığımız tüm yaşananlar bir bilgiye dönüştüğünde, o yalnızca geçmişin bilgisidir ve yine Hegel’in dediği gibi, “Minerva’nın baykuşu, uçuşuna ancak alacakaranlığın çöküşüyle başlar.” Savaş ve Amerika üzerine düşünmenin (hatta “içimizdeki Amerika”dan, “ikimizin arasındaki Amerika”dan söz etmenin), yaşadığımız gerçekliği değiştirmeye yetmese de bütünüyle sonuçsuz bir çaba sayılamayacağı söylenebilir. Ama mesele burada başlayıp bitmiyor sanki. Kötülük, sadece “imparatorluğun” çıkarlarını korumak için sergilediği sistematik vahşetle, “şok ve dehşet operasyonlarıyla” sınırlandırılacak basitlikte değil. Kötülük, çok daha karmaşık, tanımlaması, açığa çıkarılması çok daha zor bir biçimde dalga dalga hayatlarımıza yayılmıştı zaten. “Ne olacağız?” telaşının savurduğu kıyılarda, zalimin tetikçisi ya da kurbanı olma seçeneksizliği arasında kıvranmamız anlamsız mıydı? İnsanlık dışı bir siyasi-ekonomik mantığın baskısı altında sunulacak hiçbir seçeneğin, insan onurunu koruma imkânını tanımayacağını bilmiyor muyduk? Dünya, belki hiçbir zaman tümüyle güvende olduğumuz yer değildi; ama şimdi kendimizi, ailemizi, ait olduğumuz toplumu kuşatan ve nisbeten emniyette olduğumuzu düşündüren simgesel yapının hızla çatladığını hissediyoruz. Bu, çoktandır hayatlarımızda yer eden kötülüklerle yüzleştirecek sancılı bir süreci başlatabilir: Yeryüzünde aradığımız nedir? Yüzyılların mirası bize kandan, baruttan ve ateşten başka şey öğretmedi mi? Bunca emek, bunca çalışıp çabalama, her şey sonunda bir yıkıma uğrasın diye miydi? Savaşlara ve ölümlere karşın güneş yine doğuyorsa ve hayat, yeryüzündeki her canlıda ısrarla direniyorsa... Bizden aslında neyi istemektedir?
Bugün korku ve dehşetle kuşatılmış olabiliriz. Ama çok şükür ki umut, hâlâ bombalardan daha güçlü.