TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

TELEVİZYON MU? BAK BAŞINA NELER GELİR!

Televizyon denen sihirli kutunun girdiği ülkelerde nasıl hızlı bir sosyokültürel dönüşümün yaşandığını biliyoruz. Ne de olsa böyle bir tecrübeyi yaşamış ülkenin insanlarıyız. Geçtiğimiz ay içinde gazetelerde yer alan bir haber, TV’nin kısa bir sürede bir ülkeyi ne hâle getirebileceğini gösteriyordu. Söz konusu ülkenin adı Butan. 1616 yılında Tibetli bir rahip tarafından kurulan, Budizmin yoğun olarak yaşandığı, krallıkla yönetilen küçük bir ülke. Butanlılar kısa bir zaman öncesine kadar elektrik, otoyol gibi modern dünyaya ait gerçeklerden habersiz yaşıyorlardı. Her şey bundan beş yıl önce, tahtta bulunan kralın, halkının milli mutluluk seviyesini” yükseltmeye karar vermesi ve ilk icraat olarak ülkeye televizyonu getirmesiyle değişmeye başladı. Butanlılar stadyumda kurulan dev ekrandan 98 Dünya Kupası maçlarını seyrettiler ilk kez ve o yıl sevinç gösterileriyle televizyonla tanışmayı kutladılar. Henüz kendilerini neyin beklediğinden habersizdiler.

Kralın, bundan sonra her isteyenin sihirli kutuyu seyredebileceğini açıklamasının ardından hükümet çalışmalara başladı ve ilk devlet televizyonu kuruldu. Tüm yayınlar Budizm çerçevesinde yürüyordu. Ayinler, belgeseller büyük ilgi çekiyordu. Bir süre sonra yetkililer ülkede kablolu yayına izin verdiler. Kablolu yayın operatörleri kuruldu ve Rupert Murdoch’un Star TV adlı Asya’ya yayın yapan kuruluşu ile anlaşıldı. Ayda 6 dolar karşılığında tüm Butanlılar ABD’nin önde gelen TV kanallarına ulaştılar. İşte bu, Butan için kırılma noktası oldu.

Butanlılar, Amerikan kültürüne alışmakta zorluk çekmediler. TV’nin ülkeye girişi üzerinden birkaç yıl geçmesine rağmen Budist tapınakları boşaldı, gençler ibadet yerine hip hop etkinlikleri düzenlemeye başladılar. TV’den öğrendikleri küfürleri kullanmayı, mahalle kavgaları düzenlemeyi de ihmal etmediler. Kızlar, hayat kadını” kavramı ile tanıştılar. Gençler MTV’den etkilenerek ABD bayraklı tişörtler giymeye, bandanalar takmaya başlarken, tek gelir kaynağı tarım olan ülkede TV yüzünden hasatlarda da aksamalar başladı. Reality şovlar sayesinde Butanlılar cinayet”le de tanıştılar. Uyuşturucu kullandığı için karısını öldürenlerden, sarhoşken yakınlarını delik deşik edenlere kadar birçok cinayet vakasına rastlanmaya başladı. Butanlılar daha önce dokunmaya bile korktukları Buda heykellerini çalarak yurt dışına kaçırmaya başladılar. Rahiplerden oluşan hükümet içinde bile yolsuzluklar baş gösterdi. Butan, ne olduğunu anlayamadan kaosa gömüldü.

Hükümet yetkilileri, attıkları tarihî adımı geri çevirmek için hamlelere giriştiler bile, ancak halkın buna direneceği kesin. Ülkede yapılan son araştırmalara göre genç kızların üçte biri kendilerine Amerikalı yıldızları örnek aldığını söylüyor. Hepsinin hayali aynı: Sarışın olabilmek. Ebeveynlerin yüzde 35’i çocukları ile konuşmak yerine televizyon seyretmeyi tercih ediyor. Çocukların yüzde 50’si günde 12 saatten fazla televizyon seyrettiğini söylüyor.

Şu son bir ayını, bir televizyon dizisinin yaydığı çılgınlıkla geçirmiş ülkenin insanları olarak Butanlılara acıma lüksümüz var mı bilmiyoruz. Ne diyelim: Aramıza hoş geldiniz sevgili Butanlılar.

 

***

 

Unutmayın, dünyada yaşamıyorsunuz; sadece dünyadan geçiyorsunuz.”

Büyük Rus romancısı Tolstoy, insanın bir ‘yolcu’ olduğu hakikatini bu enfes sözle hatırlatıyor.

 

***

 

ÇOCUKLARIN İŞKENCEYLE İMTİHANI

Bir ilköğretim okulunda düzenlenen, öğrencilerin çalışmalarının sergilendiği icatlar sergisinde yer alan tuhaf” bir aletin, medyanın gözünden kaçması imkansızdı: Bir elektrikli işkence sandalyesi”. Bu haberin yol açtığı tepkileri medyadan takip edebildiyseniz, 12 yaşındaki bir çocuğun sıradışı icadıyla topluma küçük çapta bir şok yaşattığını biliyorsunuz. Küçük mucit, bilimsel bir çalışma yaptığına inanıyordu belli ki. Ama bir yandan da yaptığı şeyin, yetişkinlerin, üstlerine pek yakıştığını düşündükleri ideolojik giysinin dikişlerini attıran bir girişim olduğunu bilemezdi.

Bu olayda bizi rahatsız eden neydi? İnsan bedeni üzerinde sistematik biçimde acı üretmek olan işkence gibi insanlık dışı bir olgunun, çocukluk masumiyetiyle uygunsuz bir aradalığı mıydı? Bilmiyormuş gibi yapmanın” rahatlığıyla aldırmadığımız ya da başlarına gelmişse hak etmişlerdir” diyerek onayladığımız, evlerden uzak sandığımız bir kötülüğün çocuklarımızın odalarına (hayal dünyalarına) kadar sızdığını görmemiz miydi? Bir psikiyatri profesörü durumu dehşet verici” buluyordu, ama nasıl olup da çocuklara bile işkence yapılabilen (buna karşın dişe dokunur bir toplumsal tepkiyle karşılanmayan ve çoğunlukla işkencecilerin yıllar süren davalar sonunda cezalandırılabildiği) bir toplumda yaşadığımızı açıklamıyordu. Henüz doğruyu yanlışı öğrenme çağında olan bir çocuğun tuhaf ilgisi bizi dehşete düşürmeye yetiyor ve öte yandan çocuklara işkence yapılıyor olması gerçeğine gözlerimizi kapatabiliyoruz. Başkalarının çocukları oldukları için mi? Uzaktakilerin, tanımadıklarımızın, dışarıdakilerin çocukları, gerçekten başka galaksinin çocukları” oldukları için mi? Belki de olup bitenleri değiştirmeye gücümüzün yetmeyeceğine inanmamızın doğurduğu utançtan ötürü...

İşkence elbette insanlık dışı bir fiildir ve bu ülkenin yasaları da işkenceyi suç olarak belirlemiştir. Ne var ki bu yasaların varlığı, işkence olgusunu yaşadığımız gerçekliğin parçası olmaktan çıkarabilmiş değil. Ve bu kötücül gerçeklik çocukları bile dokunulmaz” saymıyor. Asıl dehşet verici olan da budur. Yalnız şu son zamanlarda medyaya yansıyan bir iki olay bile aklı ve vicdanı yerinde bir toplumu sarsmaya yeterdi. Anne babalarının izni dahilinde yasal bir gösteriye katılmış çocuklar sınıflarından alınarak sorgulanabiliyorlar. Bir başka yerde, üstelik öğretmenlerinin şikâyeti üzerine, çocuklar sokakta oyun oynarken yakalanıp” gözaltına alınıyorlar. Ve bu Kafkaesk sahneler sizin, bizim, anne-babaların, öğretmenlerin, hukukçuların... gözleri önünde yaşanıyor. Her şey bu kadarla kalmıyor. Aile içi dayak ve sefalet yüzünden evden kaçan çocuklar, hâlâ sokaklarda türlü şiddet ve işkence biçimleriyle her an yüz yüzeler. Çocuklarımız gözlerimizin önde işkenceyle imtihan ediliyorlar. Sanki hiç yaşanmıyormuş ya da olağan şeylermiş gibi.

Sözü, Haşmet Babaoğlu’nun söz konusu haber hakkındaki yazısının bir bölümü ile noktalayalım. H. Babaoğlu basit” bir-iki soru yöneltiyor hepimize:

İşkence denilince hep bireysel psikolojileri mercek altına almak bazen yanıltıcı ve saptırıcı oluyor. Var mısınız, hiç durmaksızın kökü kazınacak düşmanlar üreten sosyal psikolojimizi konu etmeye? Var mısınız, bir insanlık suçu olan işkenceyi alttan alta haklı gösteren sorgu ve itiraf hukukunu yeniden gözden geçirmeye? Bunlarda yoksak ...’nın ahşap mandallardan yapılmış minik sandalyesine bakıp bakıp dövünmek sahtekârlık olmaz mı?

 

***

 

Öyle kazanın ki, kimseyi yenmiş olmayın.

Tarık Günersel

 

***

 

Aynı ırmağın karşı kıyılarında yaşamamız ve krallarımızın birbiriyle anlaşamaması yüzünden, birisinin beni öldürmeye hakkı olmasından daha saçma bir şey olabilir mi?

Savaşların gerçekliğini en yalın haliyle dile getiren Blaise Pascal hiç de haksız değil. “Reelpolitik” bağımlılarına duyurulur.

 

***

 

GEÇİM DERDİ

Bir gün, yaşadığım günleri hesapladım. 11.292 rakamı çıktı. Bu 11.292 gün içinde aç ve açıkta kaldığım bir gün hatırlamaya çalıştım. Yoktu. Sonra, verdiği sözde durduğunu üç kere gördüğüm bir insanı ‘güvenilir ve dürüst’ bulduğumu düşünüp, kendime şunu sordum: “Rızkınıza kefilim.” diyen Rabbin, tam 11.292 kere sana karşı bu sözünde durduğu halde, neden hâlâ geçim derdine, gelecek endişesine düşüyorsun?

(Metin Karabaşoğlu’nun Düşünceler” adlı kitabından)

 

***

 

Bıktık faizle geçinmekten”

Bu haklı şikâyetin sahibi, İstanbul Ticaret Odası (İTO) Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Yıldırım. Türkiye’de faizle yaşayan bir sistem oluşturulduğunu belirten Yıldırım şunları söylüyor: “İşin kolayına kaçtık. Biz yirmi yıldır geliri nemada, faiz sisteminde aradık. Faizcilikle geçinmeye devam edersek, cebimizdeki parayla ekmek almaya gidemeyiz, yolda çevirirler. 70 milyonluk ülke bu işsizlerle devam edemez. Bıktık faizle geçinmekten. İş sahaları açılsın.”

İTO Başkanının buraya kadar olan sözlerinde itiraz edilecek bir husus yok. Her ne kadar bir parça bencilce bir endişeyi (yolda çevirirler”) ihsas etse de, faizin sosyal çürümenin en önemli sebeplerinden biri olduğunu bir kez daha hatırlatıyor. Öte yandan, kapitalist ekonominin faizsiz düşünülemeyeceği, faizleri tümüyle ve ebediyen 0” noktasında sabitlemenin hayli ütopik sayılabileceği bir ekonomik yapının içinde bu faiz bıkkınlığı neye alamettir? İTO Başkanının sözlerinin devamını okuduğumuzda şikâyetinin, tabiî olarak, ticari kaygılardan kaynaklandığını anlıyoruz. Çünkü TL faizlerinin yüksekliğinden şikâyetçi olan Yıldırım, Dolar faizlerinin düşüklüğünden de yakınıyor. Ekonomik işleyiş açısından bu bir çelişki değil elbette. Bütün bunlar para baronlarının yürüttüğü savaşın bir parçası ve her ne kadar söylemlerinde toplumun refah seviyesinden vs. dem vursalar da asıl kaygının insan”dan çok para”ya endeksli olduğu çok açık. Şimdi biz kalkıp, faizin her çeşidi haram kılınmıştır” desek, ki diyoruz, bu herhalde birilerini ya fena halde sinirlendirir ya da güldürür. Şu paranın dini olmaz” iğrenç vecizesinin düstur hâline geldiği sosyoekonomik yapının fikrî bağımlıları için faizin haram kılınışının hikmetleri bir anlam ifade etmeyecektir. Şurası kesin: Parayı hayatlarımızın en büyük güvencesi olarak görmekten vazgeçemediğimiz sürece, bir şekilde, faizin köleleri olmaktan da kurtulamayacağız. İş yine gelip iman meselesine dayanıyor. İman, yine iman, her zaman iman.

Son olarak, İTO Başkanının farklı bir konudaki ilginç önerisine de değinmeden geçmeyelim. Yıldırım, mart ayı içinde İstanbul’da yapılan bir toplantıda, dilencilerin ve madde bağımlısı çocukların Kırklareli’nde mülteciler için yapılan kampta rehabilitasyonlarının sağlanması önerisinde bulunmuş ve o zaman basında eleştiri konusu olmuş. Başkan, önerisinde ısrarlı: Bu yapılsa, İstanbul’a tek dilenci gelmez, çocuklar babasından bir tokat yedi diye evden kaçmaz, Kırklareli’ne götürülseler sokaklara düşmezler.”

Aile içi şiddete maruz kalan çocukların Kırklareli’ndeki kampı düşünerek yedikleri dayaklara katlanacaklarını, dilencilerin dilenmekten vazgeçerek bir iş tutacaklarını düşünmenin ne derece akla yatkın olduğu bir yana, toplumsal bedenin korunmasına yönelik bu öneri, 1656 yılının Paris’inde kurulan Genel Hastane”nin küçük bir örneğini andırıyor. Bu kurum, o dönemde Fransa’da örgütlenmekte olan monarşik ve burjuva düzenin bir parçasıydı. Paris nüfusunun az sayılamayacak bir bölümü (5/1 gibi bir oran) hiç ayırım yapılmadan yaşlılar, sakatlar, çalışamayan veya çalışmak istemeyen kimseler, eşcinseller, akıl hastaları bu kuruma kapatılmışlardı. Fransız entelektüel Michel Foucault, Büyük Kapatılma” olarak adlandırdığı bu olayın ikili bir işlevi yerine getirdiğini söyler: Ekonomik kriz anında aç kalan işsiz ve aylak kesimin başkaldırması tehlikesine karşı güvenli bir önlem almak ve kapatılmış olanların kriz geçtikten sonra ucuz ve kolayca denetlenebilir bir işgücü oluşturmasını sağlamak.

Şimdi böylesi bir kıyaslama bazılarına abartılı gelebilir, ama modern dönemlerin kurumları olan hapishanelerin, hastanelerin ve kliniklerin olmadığını varsaydığımızda Kırklareli’ndeki kamp nüfusunun hayli artacağını tahmin etmek zor olmaz ve bu da fikir akrabalığını açıkça ortaya koyuyor.

Yerli burjuvazinin böylesi bir tarihî geri sıçrayışı düşünebileceği aklımıza gelmezdi. Pes doğrusu!

 

***

 

Günümüzde insanlar her şeyin fiyatını biliyor, hiçbir şeyin değerini bilmeksizin.

İngiliz şair Oscar Wilde, bir şeyin fiyatını bilmekle değerini bilmenin aynı şey olmadığına böyle işaret ediyor.