Bağbozumu
Ilık bir Eylül günü, ikindi vakti bizim bahçeye uğradı güz. Bal sarısı, kükürt rengi, kül rengi, toprak rengi, kahverengi, tuğla kızılı yapraklara sardı toprağı. Sarı, solgun bir gölge vurmuş gibiydi bahçeye. Sönmeye yüz tutmuş ikindi güneşi hüzünlü rengini önce yapraklara işliyor, sonra düşen her yaprakla toprağa çalıyordu.
O gün hayatın düğümü kopmuştu bizim bahçede. Her şey bağı çözülmüş bir demet gibi darmadağınıktı. Kuşlar uzaklara dağılmış, çiçekler uçmuştu.
O gün, yaprakları güneşin göğerttiğini, çiçeklere toprağın hayat verdiğini, tomurcukları suların canlandırdığını sananlar bir defa daha gördüler yanıldıklarını. İşte gün ışıkları, bırakın hayat vermeyi, suyunu emip kurutuyor, öldürüyor yaprakları. Toprak çaresiz, çürüyen yaprakları kendi ölü tozlarına gizlemekle meşgûl. Suların köklere, dallara verecek bir şeyleri yok. Rüzgarlar ne zamandır oradan buradan getirdiği çiçek tozlarıyla şenlendirdiği çiçekleri yuvalarından koparıp önü sıra sürüklüyor şimdi.
...
Sanki her şey gele gele zamanın tâ ucuna dayanmış; ömrünü tükettiği son anda, yaşadığı bütün anları öylece heykelleştirip, bir başka vakte, bir başka bahara taşınmak istiyordu. Kuşların öbür yarımküredeki bahara göçmeleri gibi, tohumlarda rüzgarlarla kanatlanıp, gelecek baharın çiçekleri olmak üzere mekânın her yanına dağıldılar. Böylece, kış uykusuyla hayatını dondurup, öbür bahara geçen kimi hayvanlar gibi, tohumlar da toprak altında uyuyup, yılın öbür kıyısına atlayacaklar.
Sonra, her şeyin bittiği yerde yeniden başlayacak her şey. Yaprakların çürüdüğü yerde, gelecek baharın tohumlan filizlenecek. Toprağın ölü tozları arasından, yeni çiçekler başlarını uzatacak. Kuru yaprakların kederli kızıllığı, yeni açılmış bir karanfilin yüzünde tebessüm olacak gözlerimize. Bizim bahçe bir eylül günü öldü, serin bir nisan sabahı dirilecek. Hayat ona verilmişti, alındı; baharda tekrar verilecek ve alınacak.
Bir gün sonbaharımızın ardından son baharımız çiçeklenecek.
̶ Senai Demirci, Şöyle Garip Bencileyin, Karakalem Yayınları
***
Ben vatanseverim, ama vatanseverden önce insanım; her ikisinin bir arada yürümediği yerde, daima insana hak veririm.
̶ Modern dünya edebiyatının en büyük yazarlarından Hermann Hesse (1877-1962), ahlâkî bir tercih karşısındaki tavrını böyle, insandan yana ortaya koyuyor.
***
AŞIRI SAHİPLENME SENDROMU
Türkiye’de en kolay olunabilecek şeyler bellidir: Vatan haini, devlet düşmanı, cumhuriyet karşıtı... Öyle taş atıp kolunuzun yorulmasına gerek yoktur, ağzınızdan ya da kaleminizden çıkacak bir söz sizi bu “nezih” yakıştırmalarla karşı karşıya bırakmaya yeter. Devletin ve kurumların zirvesindeki kişilerden sokaktaki adama kadar hemen herkes bu suçlamaları muhataplarına yöneltmekte kendilerini rahatlıkla hak sahibi görüyorlar.
Bu rahatlıkta rahatsız edici bir şeylerin olduğu ortada. Bazıları niçin başkalarından daha vatansever, daha cumhuriyetçi, devletine ve milletine daha bağlı olduklarına inanıyorlar? Niçin sürekli düşman üreten bir zihniyetin kuşatması altındayız ve bu nasıl gerçekleşiyor?
Geçtiğimiz ay, emekliye ayrılan komutanların, artık alıştığımız üzere, ülkemizi ve cumhuriyetimizi tehdit eden iç ve dış düşmanların varlığını hatırlatma gereği duymaları bu sıcaklığını hiç yitirmeyen konunun daha da hararetlenmesine yol açtı ve birçok gazetede farklı yorumlar yer aldı.
Yeni Şafak gazetesinde bir yazıda, komutanların konuşmalarında bir kere daha tanık olduğumuz ve Türkiye’nin aslında hiçbir zaman yakasını kurtaramadığı kamplaşmaların, gerilimlerin, suçlamaların temelinde “aşırı sahiplenme” dediği bir sendromun bulunduğunu söylüyordu. Sayın Taşgetiren’in yazısı, hayatımızın her alanında düşebileceğimiz bir hatayı da tespit etmesi açısından önemliydi. Yazar, şunları söylüyordu:
“Sahiplenme, bir şeye bağlılığı ifade eder ve bir motivasyon unsurudur.... Aşırı sahiplenme ise sahiplenmenin problemli boyutudur.
Aşırılık, sahiplenmeyi, herkesten farklı, herkesten heyecanlı, herkesten üstün, herkesten gayretli olarak yapma iddiasıdır.
Başlangıçta samimi bir bağlılığın yansıması olarak devreye girer, ancak bir süre sonra, kendi farklılığının farkına varır ve kendisi gibi olmayanları yargılamaya yönelir. Başkaları “gerektiğinden daha az sahipleniyor” görülür, daha az sahiplenmeye yorumlar getirilir ve sonuçta suçlama üretilir. Sahiplenme bir noktada, bilinçli veya bilinçsiz, sahiplenilen kişi veya kurumun haberi olarak veya olmayarak, sahiplenilen kişi veya kurumla bütünleşmeyi getirebilir. Ondan sonra biçmeler başlar. Sahiplenilen kişi veya kurum, ne kadar güçlü ise, etkin ise, başkalarının hayatına müdahale etme imkanına sahip ise, yargılamalar ve biçmeler o kadar geniş alanı etkiler ve o kadar derin yaralar açar.
İnsanın bulunduğu ve statülerin bulunduğu her yerde aşırı sahiplenme sendromu da bulunur.
Bir ailede bile, ana-babasını kardeşlerinden daha çok sahiplenen bir çocuk, bir süre sonra ana-babası adına kardeşlerini yargılamaya başlayabilir.
Bir insan topluluğunda lideri aşırı sahiplenen kişi veya gruplar, lider adına yargılayıp biçme statüsü elde edebilirler.
Dini aşırı sahiplenme din adına dindarlara kadar ulaşan yargılama ve biçmeleri getirebilir.
Onun için “kimse Hazret-i Peygamber’den daha fazla Müslüman olmaya kalkışmamalı” denir.
Türkiye de aşırı sahiplenmenin bedel ödettiği ülkelerden biridir.
Devleti aşırı sahiplenenler, sembol isimleri mesela Mustafa Kemal Paşa’yı aşırı sahiplenenler, Cumhuriyet’i aşırı sahiplenenler, Türklüğü aşırı sahiplenenler, vatanı aşırı sahiplenenler...
“Devlet düşmanı, Atatürk düşmanı, Cumhuriyet düşmanı, Türk düşmanı, vatan haini...”ne kadar gerçek tanımlamalardır, ya da ne kadar aşırı sahiplenmenin getirdiği dışlamalardır bir düşünmek gerekiyor.
Türkiye’deki kamplaşmaların temelinde önemli ölçüde bu aşırı sahiplenme sendromunun bulunduğu söylenebilir. Aradan aşırı sahiplenmeciler çıktığında çok kolay iletişim sağlayabilecek olan insan ve kurumların Türkiye’de peşin cepheleşmeler içine girmesi ve iletişimsizliğin insanları kitleleri ve kurumları savurması bu yüzdendir.
İnsan olan her yerde aşırı sahiplenme sendromu oluşabilir.
Çare, bir, sahiplenilme gibi bir özel konum edinebilmiş kişi ve kurumların, etraflarında aşırı sahiplenme halkası ve buna bağlı statü oluşturmamaya itina etmeleridir.
Ve iki, sağduyu sahiplerini, ülkenin düşünce-tartışma vasatını, bu tür yargılama, dışlama, itham ortamından çıkarma yolunda gayretler göstermesi...
Bir başkası ise, aşırı sahiplenmeyi yöntem haline getirenlerin de bir gün kendilerinden daha aşırı sahiplenenlerce yargılanıp dışlanabileceklerini unutmaması...”
***
“UZUN VADE YOK”
Toplumsal değişim ve dönüşümler, insan teki üzerinde tezahürlerini gösterirler. Modernliğe geçişle birlikte ruh sağlığını yakından ilgilendiren bazı değişimler gerçekleşmiştir. Ailenin çözülmesi, bireyciliğin öne çıkması, iş ortamında kimliklerin aşınması ve tüketim çılgınlığı bu duruma örnek olarak verilebilir.”
Doç. Dr. Kemal Sayar, Popüler Psikiyatri Dergisi’nin Mayıs-Haziran 2003 sayısında ruh sağlığı ekseninde modernitenin uyandırdığı bazı hoşnutsuzlukları öne çıkaran güzel bir yazı kaleme almış. Özellikle kapitalizmin modern toplumlarda yol açtığı karakter aşınmasına ve ümit yetersizliğine değinen bölümleri Satır Arkası’na alıyoruz:
“Richard Sennett yeni kapitalizmin en çarpıcı simgesi olan ‘uzun vâde yok’ sloganının aile ilişkilerine aktarıldığında, ‘bırak git’, kendini adama’ ve ‘fedakarlıkta bulunma’ anlamlarına geldiğini yazmaktadır. ‘Uzun vâde yok’ anlayışı uzun vâdede kişinin davranışını yolundan saptırmakta, güven ve sadakat bağlarını zayıflatmakta; irade ile davranışı birbirinden koparmaktadır. Sennett, yeni düzenin bütün kutsal kitaplarının bağımlı olmayı utanç verici bir durum olarak nitelediğini yazar. Oysa birçok eski toplumda, zayıfın güçlünün yardımını istediği kamusal bağlılık ilişkileri utanç verici görünmüyordu. Bu durumun sonunda bir karakter aşınmasına yol açacağını söyleyen Sennett şöyle yazar: “Karakterimizi ilgilendiren ‘bana kim ihtiyaç duyar?’ sorusu modern kapitalizmle yoğun saldırı altında. Sistem insanlara kayıtsızlık aşılıyor. Bunu, ‘kazanan hepsini alır’ piyasalarında, risk ve ödül arasındaki ilişkiyi koparıp insan çabasını nafile hale getirerek yapıyor. Günümüz kapitalizminde karşılaştığımız karakter sorunu budur işte. Ortada bir tarih var ama insanlarca paylaşılan bir mücadele anlatısı ve dolayısıyla ortak bir kader yok. Bu koşullar altında karakter aşınır; ‘Bana ihtiyaç duyan kim var?’ sorusu yanıtsız kalır.”
“...Cennet ve Cehennem, kurtuluş ve cezalandırılma gibi dini ilgiler hayata anlam sağlamaz olduğunda dinî ümit yerini ilerlemeye duyulan inanca bırakmıştı. Bu inanç her şeyin ileride mutlaka daha iyi olacağını, cennette olmasa bile bu dünyada ileri bir gelecekte daha iyi bir ömür süreceğimizi telkin ediyordu. Savaşlar, çevre kirlenmesi, dünya kaynaklarının eşitsiz dağılımı gibi bir dizi sebeple ümit karamsarlığa dönüşmüştür. Ünlü Rus romancı A. Soljenitsin de ilerleme mitiyle beraber insan ruhunun yitirdiklerine dikkat çeker:
“Hepimizin unuttuğu şey, insan ruhudur.” diye yazar, “İsteklerimizin denetimsiz biçimde büyümesine izin verdik ve şimdi onları nasıl yönlendireceğimizi şaşırmış durumdayız. Ve hiçbir şey şu anda ruhlarımızdaki çaresizliği, zihnimizdeki karışıklığı, ölüm karşısındaki açık ve sakin tutumun kaybı kadar iyi anlatamaz. Modern insanın refah seviyesi ne kadar yüksekse tüyler ürpertici ölüm korkusu ruhunu o kadar derinden yaralıyor.”
Kemal Sayar, yazısını şu yerinde tespitle bitiriyor: “Kapitalizmin, modern topluma sunduğu tüketim eksenli yaşama biçimi ve ‘uzun vâde yok’ sloganı etrafında şekillenen, insanî ilişkilerde bağlılık ve itimadı yok sayan anlatısının da, modern bireyi bir anlam ve boşluk sorunu ile yüz yüze bıraktığı anlaşılmaktadır. Anlam insan hayatına geri dönmeden, yitirdiğimiz insan ruhunu yeniden ele geçirmeden, hâsıl-ı kelâm içimizdeki boşluk iyileşmeden; aşınan kimliklerimize, dağılan kişiliklerimize bir çare bulabilecek gibi görünmüyoruz.”
***
“TÜRK ÇOCUKLARI OKUMUYOR”
Uluslararası Eğitim Başarılarını Belirleme Kuruluşu’nun Uluslararası Okuma Becerilerinde Gelişim Projesi (PIRLS) çerçevesinde, 35 ülkede ilköğretim 4. sınıf öğrencileri arasında araştırma yapıldı. Türkiye’de 62 ilden 154 ilköğretim okulunda toplam 5 bin 390 öğrenci arasında yürütülen çalışma, Türk öğrencilerinin okuma becerilerinin uluslararası standartların altında olduğunu ortaya koydu. Türkiye 35 ülke arasında 28’inci.
Öğrencilerin okuma becerileri ve alışkanlıklarına yönelik anketlerden çıkan sonuçlar şöyle:
• Okuma faaliyetlerine erken yaşta başlama ile 4. sınıf okuma becerilerindeki (kitap okuma, hikâye anlatma, şarkı söyleme, kelime oyunları oynama gibi) başarı arasında pozitif ilişki var.
• Evlerinde çok çocuk kitabı bulunanlar, az çocuk kitabı bulunan öğrencilerden daha başarılı.
• Uluslararası ortalamada, öğrencilerin çoğunun evlerinde 25’ten fazla çocuk kitabı var. Türkiye’de, öğrencilerin yalnız yüzde 19’u, 25’ten fazla kitaba sahip.
• Uluslararası ortalamaya göre evinde 0-10 arasında çocuk kitabı bulunan öğrenci yüzdesi yüzde 56 iken, Türkiye’de yüzde 23. Bu durum ailelerin çocuklarına fazla kitap almadıklarını ve okumaya yöneltmediklerini gösteriyor.
• Araştırmaya göre okul öncesi eğitim almamış öğrencilerin okuma becerisi en düşük düzeyde.
• Hemen hemen tüm ülkelerde en az bir yıllık okul öncesi eğitim uygulanıyor. Yalnızca İran ve Türkiye’de okul öncesi eğitim almamış öğrenci sayısı çok yüksek.
• Araştırmaya göre uluslararası ortalama sınıf mevcudu 26 iken, Türkiye’nin ortalaması 35. Türkiye’de öğrencilerin yüzde 60’ı mevcudu 31 ve daha kalabalık sınıflarda öğrenim görüyor.
• Türkiye’deki okullarda okuma çalışmaları daha çok ders kitaplarında bulunan metinlere dayalı yapılıyor. Program dışı etkinliklere çok az yer verilirken, çocuk kitapları, gazete ve dergilerinden fazla faydalanılmıyor.
Raporda sonuçların, “Türk öğrencilerin okuma becerileri yönünden düşük düzeyde olduklarını” gösterdiği belirtilerek, yapılan ulusal araştırmalarda da benzer sonuçların elde edildiğine işaret edildi. Türkiye ile ilgili değerlendirmede, “okuma becerilerinin okul başarısı ve günlük yaşam için temel beceriler olduğu düşünülürse, önlemlerin alınılması kaçınılmaz gözükmektedir.” ifadesine yer verildi. (aa)
Çocukların okuma alışkanlığı kazanamamış olmalarında ekonomik, sosyal, pedagojik birçok faktörün bulunduğu muhakkak. Bu iç karartıcı tabloyu değiştirmek için anne-babalara ve öğretmenlere çok iş düşüyor.