TR EN

Dil Seçin

Ara

Satır Arkası

Bir İncidir Ramazan

Yüreğimizden yükselen kanat seslerini dinliyor, şeytanın kapatıldığı mahzenden yayılan zincir şakırtılarını duyuyoruz. Ruhumuzun ışığı çoğalıyor. Demek geliyorsun: Hoş geliyorsun Ramazan.

Affedecek misin bizi, ey bütün kusurların bağışlanmasına vesile olan gül yüzlü, güler yüzlü ay! Bıraktığın gibi değiliz çünkü. Yine kirlenmiş, yine ezilmiş bulacak, yine yenilmiş göreceksin günahlarımıza. Eksildiğimizi, bölündüğümüzü göreceksin. Bizi toplamak, toparlamak senin elinde şimdi. Sana düşüyor, bizi ayağa kaldırmak. Sen, bütün bunları biliyorsun zaten. Biliyorsun ki, böyle koşa koşa geliyorsun. Gökyüzünün kat kat üstündeki semâdan üzerimize yağan rahmeti seyrediyor, dilimizin tutulmaması için dualara tutunuyoruz. Alınlarımız daha bir yaklaşıyor, daha bir yakışıyor seccadelere. Kâinat ağacının dallarından şükür meyveleri topluyoruz. Demek geliyorsun: Hoş geliyorsun Ramazan.

Gözyaşlarımızın arındığını hissediyoruz... Ki şarkılarda, şiirlerde akarlardı yalnızca. “Sözlerimiz” parlıyor seni konuştukça... Seni gösterdikçe birbirimize, gözlerimiz ışıldıyor. Çoğaltıyorsun zamanımızı... O, seni yaşamaya asla yetmeyecek zamanımızı.

Sonsuzca acıkmış, susamış olarak karşılıyoruz seni, on bir ay tuttuğumuz Ramazan’sızlık orucundan sonra, merhamet sofralarında doyur bizi; ve izin ver kana kana içelim, açık avuçlarında kaynayan oruç pınarından.

Bereketin, zenginliğin, cömertliğin gözlerimizi öylesine kamaştırıyor ki. Sen, her şeyimiz olan bir Zât’ın (cc) acizliğimizi, fakirliğimizi görerek, uçsuz bucaksız şefkat denizinden sahillerimize gönderdiği eşsiz, pırıl pırıl, muhteşem bir incisin Ramazan.

Derler ki, “Ramazan, on bir ayın sultanıdır." On bir ay bir araya gelse bir Ramazan etmezmiş. Deriz ki, içlerinde senin olmadığın on binlerce ay, on binlerce sene, on binlerce asır peş peşe dizilse de, sen gönüllerimizde daima birincisin Ramazan.

(Sedat Turan, Hayat Kanatlanmaktır, Zafer Yayınları)

 

***

 

BİLGE KRALA VEDA

“Ben şimdiye kadar daima Müslüman kaldım ve bundan sonra da Müslüman olarak kalacağım. Bugün İslam için çalışmaktayım ve hayatımın sonuna kadar da İslam için çalışacağım. Çünkü benim için İslam yüce, iyi ve güzel olan her ne varsa hepsinin diğer adıdır.”

1983 Yılının Ağustos’u... Yugoslavya'nın Sarajevo Bölge Mahkemesi’nde hâkimin karşısında duran bir adam cesur sözlerle savunmasını yapıyor ve hiçbir otoriteyi sevmediğini ilan ediyordu. Mahkeme, bütün sevgisini özgürlüğe adadığını söyleyen bu “tehlikeli” adamı 14 yıl hapse mahkûm ediyordu. Daha yakın bir zamanda yazdığı “Doğu ve Batı Arasında İslam” kitabıyla bilgeliğini ve entellektüel birikimini ortaya koyan; birkaç sene sonra halkına yönelik başlatılacak olan barbarca saldırılara, soykırıma varan katliamlara karşı halkının özgürlüğünü ve haklarını yılmadan savunacak ve XX. yüzyılda Avrupa'nın kalbinde insanlık vicdanını inatla ayakta tutacak; halkının, dünya Müslümanlarının ve otoriteye hakikati söylemekten çekinmeyen her entellektüelin sevgisini ve hürmetini kazanacak; ve artık “Bilge Kral” olarak anılacak bu adam, Aliya Ali İzzetbegoviç’ti.

Bu sonbahar, Müslümanlar ve aynı zamanda entellektüel dünya adına hazin bir yaprak dökümüne şahit oluyoruz. XX. yüzyılın iki mazlum halkı dünyaya seslerini duyuran sözcülerini peş peşe yitirdiler. Önce Edward Said ayrıldı aramızdan. “Evrensel entellektüel” tavrın belki de son temsilcisi olan bu büyük Filistinli düşünürün ardından şimdi de halkının, meleklerin ve göğün gözyaşlarıyla Aliya İzzetbegoviç’i uğurladık. O, halkıyla birlikte direnmek zorunda kaldığı tüm zulüm ve acılara, ülkesinin insanlarına, büyük bir medeniyeti hâlâ ayakta tutan camilerine, köprülerine saldıran, yakıp yıkan ve olanlara seyirci kalınarak işlenen tarihî barbarlığa rağmen insanlara düşman olmadı, ümidini asla yitirmedi. Bir Müslümana yakışır onurla direndi, tıpkı halkı gibi ve bununla hep gurur duydu. Bir Müslüman olarak yaşadı ve bir Müslüman olarak öldü. Büyük bir esere dönüştürdüğü hayatını, hayatını şekillendirdiği bilgeliğinin ürünü olan kitaplarını ve onurlu halkını bütün Müslümanlara emanet bırakarak. Allah’ın (cc) rahmeti üzerine olsun.

__________________________________________________________________________

“Kahramanca bir hareketin büyüklüğü, onun ne faydalı olmasında ne de makûl olmasındadır. Çünkü çok defa makûl değildir. İnsanın başından geçen ve geçirilen dram bu dünyada ilahi olanın en parlak işaretidir ve onun bütün insanlar için kalıcı ve evrensel olan kıymet ve mânâsı buradadır.

Bu dünyada mücadele vererek ıstırap çeken büyük trajik şahsiyetleri mağlup değil galip sayabildiğimiz için bir başka dünyanın hakikati daha aşikâr görünmez mi?”

— Aliya İzzetbegoviç

 

***

 

DİJİTAL SAATLER NEYİ GÖSTERMEZ?

Dijital saatlerin üzerinde küçük bir dikdörtgen saati göstermekte, ama kadranın kendisi sessiz. Bir rakam görüyorsun hepsi bu. Saatin kaç olduğunu söyleyen saatlerimiz var, ama bunlar saatin kaç olmadığını söyleyemiyorlar.

Kadranlı bir kol saati üzerinde, okuduğun saat, zamanın çemberi içinde yer alır. Gün içinde ne yaptığını, sabah nerede olduğunu, arkadaşınla karşılaştığında saatin kaç olduğunu hemen anımsarsın, havanın kararmaya başladığı saati anımsarsın ve dolu dolu geçen bir günün sonunda için rahat, ama aynı zamanda, zamanın, ertesi gün saatinin çevresinde yeniden akmayı sürdüreceğinden emin olarak uyumadan önce, önünde ne kadar zaman olduğunu görürsün. Ama saatin dijital ekranlıysa bir anlar dizisi içinde yaşamak zorundasındır ve zamanın gerçek ölçüsünü yitirirsin.

— Oyun yazarı ve senarist J. C. Carrière kendisiyle yapılan bir söyleşide, Hintli bir dostunun anlattığı yukarıdaki anekdotu aktarır. Zamanın hayata ait bir unsur olduğunun unutulduğu ya da hatırlanmak istenmediği modern zamanlarda, dijital saatler, hayat ile zamanı algılayışımız arasındaki bu ilişkisizliği 'gösteren' ideal bir araç olarak kollarımızda, evlerimizde, ofislerimizde işlemeye devam ediyorlar.