Hukukun düzenleyici kurallarına uygun davranma konusu tarihin her döneminde önem arz etti. Fertlerin, hukuk normlarına uygun davranmasını sağlamak bakımından eski Roma’da farklı bir metod benimsenmişti. Buna göre, katı kuralları olan ve sadece Roma halkına uygulanan (Jus Civile) ile daha esnek hükümleri olan ve yüksek dereceli memurlarla seçkin tabakaya uygulanan (Jus honororium) denilen ayrımcı bir hukuk uygulaması vardı. Bu anlayış ışığında çağımıza, meselâ kendi toplumumuza baktığımızda, ayrımcı bir uygulama arayışının bir ölçüde varolduğunu ve uygulamaya konulduğunu kolayca görüyoruz. Bir suçu sıradan birisi işlediği zaman doğrudan yargılama başlatılabilirken aynı suçu bir kamu görevlisinin işlemesi durumunda idarî işlemlere ve izne gerek duyulması temelinde ayrımcı bir anlayışın ürünü olarak kabul edilebilir. Böyle bir anlayışın memuru korumak gibi bir sonuç verdiği şikâyetleri göz önüne alındığında ayrımcılık iddiaları, haklı olarak göze batar hale geliyor. Biz bu yazıda, hukukun herkese eşit şartlarda uygulanması gerektiği ve fertlerin hukuka uygun davranma iradesinin geliştirilmesi ihtiyacını ele alacağız. Çünkü, suçluya verdiğimiz cezayı uygulamada kriz boyutlarında güçlüklerle karşılaşıyoruz. Çareyi ise, sık sık af yapmakta arıyoruz. Ondan da beklenen olumlu sonucu alamıyoruz. Islah edip topluma kazandıramadığımız insanların yeni suçlar işlemesine engel olamıyoruz. Böyle bir toplumun mensupları olarak, ferdin hukuka bağlı ve saygılı yaşama kültürünü geliştirmenin önemi açıktır.
Kişilerin hukuka uymasını sağlamak ve bu alanda adaletin gerçekleşmesinde başarılı sonuçlar almak için öncelikle insanın tanınması gerekiyor. İnsanın hukukla ilişkilerini belirlemede sosyal ve ekonomik konumu kadar, şüphesiz çok daha önemlisi kişisel yapısı ve manevî özellikleriyle tanınmasına ihtiyaç vardır.
İnsanın tercih ve davranışlarını, öncelikle eğitim düzeyi ve içinde yaşadığı toplumun kültürel özellikleri belirler. Bilhassa kişiyi tanıma ve tanımlamada değer yargılarının kaynağı olmak itibariyle dinlerin çok öncelikli ve üstünlüğü tartışılmaz bir yeri vardır. Sosyal bilimler bu gerçeğe ilgisiz kalamaz. Zaten ilgisiz de değildirler. Bu konu ile ilgili olanların insan-din ilişkisine ilgi yoğunluğu farklı olabilir. Bu sebeple insan üzerinde alacakları sonuçlar da o ölçüde farklı olacaktır.
Hukuk düzeninin sağlanması ve adaletin gerçekleştirilmesi konusunda insan-din ilişkisi ile ilgili olarak Said Nursi’nin yaptığı psikolojik tahliller haklı bir ilginin konusu olacak niteliktedir.1 Onun bu konudaki görüşlerinin “insanın mahiyetini tanıma” temelinde ele alınması gerekiyor.
Bediüzzaman Said Nursi, insandaki iman kavramının davranışları kontrol edip yönlendirmede farklı bir misyonu olduğu inancındadır. Onun, insanı, sadece fiziksel ve mekanik özelliklere sahip bir varlık olarak görmemek gerektiği noktasından hareket ettiğini anlıyoruz. Bu konu ile ilgili görüşlerini bir örnekle anlatmaktadır: Hırsızlık fiilini işlemeye namzet bir kimseyi, inançların etkisinde olup olmayışına göre şöyle değerlendiriyor:
...Bir hırsız elini başkasının malına uzattığı dakikada hadd-i şer’inin icrasını tahattur eder. Arş-ı İlâhiden nâzil olan emir hatırına gelir. İmanın hassasıyla, kalbin kulağıyla, kelâmı ezeliden gelen ve hırsız elinin idamına hükmeden “hırsız erkeğin ve hırsız kadının da elini kesin”(Maide suresi, 38) ayetini hissedip işitir gibi iman ve itikadı heyecana ve hissiyat-ı ulviyesi harekete gelir. Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelanına hücum gibi bir halet-i ruhiye hâsıl olur. Nefis ve hevesten gelen meyelan parçalanır, çekilir. Çünkü yalnız vehim ve fikir değil, belki manevi kuvveleri (akıl, kalb ve vicdan) birden o hisse, o hevese, hücum eder. Hadd-i şer’iyi tahattur ile ulvî zecr ve vicdanî bir yasakçı o hissin karşısına çıkar, susturur.”
Görüldüğü gibi burada, hukukun hükmünü uygulamadan önce, insanın hırsızlık yapma eğilimini ortadan kaldıran, insanın akıl ve vicdanını kötü emelden vazgeçiren bir iman altyapısının gerekliliği üzerinde durulmaktadır. Gerçekten bir kimse, hırsızlık veya başka hukuka aykırı bir fiil işlemeye niyet etse, bu fiilin inançlar bakımından yasaklanmış olduğunu bilmesi ve düşünmesi, önemli bir caydırma etkisi yapacaktır. İnançlı bir kimsenin işlemeyi düşündüğü hukuka aykırı eylem hayali, sadece vehim ve arzu planında kalmayacak, ruh ve vicdanda da caydırıcı telkinin konusu olacaktır. Suç işleme niyeti, hayal olmaktan çıkıp, teşebbüs aşamasına bile gelemeyecektir. Akıl, ruh ve vicdan gibi duygular arasında kalan suç işleme meyli, önemli ölçüde kırılacaktır. İşlenmesi düşünülen suçun dinen de yasaklandığı inancı, suç işleme eğilimini kırmakla kalmayacak, kişinin benliğinde manevî ve vicdanî bir yasak yaptırımı oluşturacaktır. Böylece, suç işleme meyli, kuvveden fiile çıkma imkânı bulamayacaktır. Bu görüşler, inançların, hukuk düzeninin korunmasında nasıl yapıcı bir misyon yüklenebileceğinin göstergesidir.
Bediüzzaman Said Nursi, imanın suç işleme meylini engelleyici özelliğini şu ifadeleri ile daha da netleştiriyor:
“Evet, iman, kalbde, kafada daimi bir manevî yasakçı bıraktığından, fena meyelanlar histen, nefisten çıktıkça ‘yasaktır’ der, tard eder, kaçırır.”
“Evet, insanın fiilleri kalbin, hissin temayülatından çıkar. O temayülat, ruhun ihtizazatından ve ihtiyacından gelir. Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir. Hayır ise yapar, şer ise kendini çekmeye çalışır. Daha kör hisler onu yanlış yola sevkedip mağlûp edemez.”
Bu ifadelerde insanın inançlı olmasının hukuka bağlılık ve saygı duygusunu geliştireceği, suç işleme meylini kıracağı çok net bir şekilde dile getirilmiştir. İnsan olarak kontrolde zorlandığımız his ve nefisten kaynaklanan olumsuz duyguların ancak iman müeyyidesi ile engellenebileceği, keza yukarıdaki ifadelerin temel mesajıdır. Said Nursi’ye göre davranışlarımız, ruhun kendisine has tercih ve ihtiyaçlarıyla şekillenir. İman şuurunun insanda etkili olması ölçüsünde iyilikler alınır, kötülüklerden kaçınma ve korunma gerçekleşir.
Eğer insanın davranışlarını kontrol etmeye yönelik çabalar, sadece akıl duygusu üzerinde yoğunlaşırsa, o insandan ahlâka ve hukuka uygun davranış beklemek güçleşir. Akıl, tek başına kişilik üzerinde etkin ve yeterli denetim kuramayacağından, ihtiyaç ve menfaatlerin tazyiki nisbetinde hukuku çiğneme eğilimleri güç kazanacaktır. Bunun içindir ki, insan, akıl, ruh ve vicdan gibi duygularıyla bir bütünlük içinde ele alınmalıdır. Düşünce ve eylemler, bu şekilde olumlu tercihlere yönlendirilebilir. Bu yapıldığı zaman ”hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki lâtifeleri müteessir ve alâkadar olurlar.” Bediüzzaman, inançtan ve manevî denetimden uzak insanı, meşru dairede ve hukuka bağlı tutmanın zorluklarını şu ifadeleriyle önümüze koyuyor:
“Sizin adalet namı altındaki cezalarınız, yalnız vehminizi müteessir eder. Çünkü biriniz hırsızlığa niyet ettiği vakit, millet, vatan maslahatı ve menfaati hesabına cezaya çarpılmak vehmi gelir. Yahut insanlar eğer bilseler ona fena nazarla bakarlar. Eğer aleyhine tebeyyün etse, hükümet onu hapsetmek ihtimali hatırına geliyor. O vakit, yalnız kuvve-i vahimesi cüz’i bir teessür hisseder. Halbuki nefis ve hissinden çıkan—hususan ihtiyacı da varsa, kuvvetli bir meyelan galebe eder. Daha o fenalıktan vazgeçmek için o cezanız fayda vermiyor. ”
İnsanın sadece korku duygusuna hitab eden ve korkutarak cezadan vazgeçirmeye yönelik cezalandırma anlayışının tesirli olamayacağı hususu, bu ifadelerin ana fikridir. İnsanın korku duygusunu aşması halinde suç işlemeye kalkışabileceği, bu sebeple kişilikte daha etkili denetleyici değer yargılarının bulunması gerektiği aynı ifadelerde vurgulanmıştır. Hatta başka bir eserinde, bu görüşünü teyit eden farklı ifadelere yer vermektedir: “Meleke-i marifet-i hukuk” dedikleri her fenalığın maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hasıl olan “meleke-i riayet-i hukuk” yaklaşımı bekleneni vermemiştir.2 Yani insanlara hukuk bilgisi vererek, hukuku öğreterek, hukuka riayetin sağlanacağı iddiası gerçekliği ve geçerliliği olmayan bir görüştür. İnsanlara hukuk öğretmek, hukuka uymayı sağlamanın garantisi değildir. Hukuka uyma iradesinin insan karekterine ve vicdanına mal edilmesi, yoğun ve çok yönlü bir çabayı gerektirir.
İnsanın tercih ve davranışlarını belirleme ve yönlendirmede sadece aklı telkin ve tesir altına almanın yeterli olamayacağı Bediüzzaman’ın önemli bir hareket noktasıdır. Toplumun can ve mal güvenliğinin korunması, insan gerçeğinin iyi bilinmesini ve ona göre düzenlemeler yapılmasını gerekli kılıyor. İntikamcı bir cezalandırma anlayışını reddeden bu görüşlerin, çağdaş ceza hukukunda son dönemde benimsenmiş bir ilke olduğunu burada işaret etmeliyiz.
İnsanı mekanik bir varlık gibi tek boyutu ile ele almanın her alandaki yetersizliği, aynı zamanda hukuk alanında da kendisini gösterecek ve başarısızlıkların kaynağı olacaktır. Sadece aklı dikkate alınarak kendisine cezalar tayin edilmiş ve fakat kalbi, ruhu, vicdanı ihmal edilmiş bir kişiliğin, kendisini güçlü gördüğü her fırsatta hukuku aşma ve çiğneme cüreti göstermesi kolaylaştırılmış olacaktır. Hatta hukuku kendi arzusuna göre eğip büken bir arayış sergileyecektir. Böyle bir anlayış, güçsüzlere uygulanabilen fakat güçlülere uygulanamayan bir hukuk realitesini karşımıza çıkaracaktır. Hukukun kolayca çiğnenip aşılabildiği bir toplumda hukuk güvenliğinden ve hukukun üstünlüğünden ve adaletten bahsedilemez. Halbuki, Said Nursi’nin ifadesiyle “İnsanlığın saadeti dünyada adaletle olabilir.” Böyle bir adalet duygusunu güçlendirecek tedbirleri almak, başta bizim toplumumuz olmak üzere günümüz insanlığının öncelikli gündemi olmaya devam ediyor.
Bediüzzaman Said Nursi’nin yaklaşık bir asır önce seslendirdiği yukarıdaki düşüncelerini, hukukun ve bilhassa yargının işleyişinden şikâyetçi bir toplumun mensupları olarak dikkate almak ihtiyacını duymamız gerekmiyor mu?
1. Konu ile ilgili bilgi için bkz : “Bediüzzaman Said Nursi, Kaynaklı -İndeksli- Lügatli Risale-i Nur Külliyatı, Nesil Yayınları, 1996, İstanbul, sahife: 1973-1974”.
Bediüzzaman’ın yukarıda alıntılar yaptığımız ve 1911’de yazdığı bu makalenin sonuna, talebeleri tarafından konulan dip notunda, Müellifin buradaki görüşlerini çok partili dönemin dindar mebuslarına ulaştırmak istediğine ilişkin arzusu dile getirilmiştir.. Hukuk hayatımıza, herkes için eşit ve geçerli ve o nisbette etkili düzenlemeler kazandırma sorumluluğu taşıyan ve suçlularla dolup taşan cezaevlerini boşaltmak için sık sık af kanunları çıkarmak ihtiyacı duyan ve yaptığı affı savunmakta zorlanan parlamenterlerimize, faydalı olur inancıyla bu makaledeki görüşleri biz de tekrar takdim ihtiyacını duyuyoruz. Zira, insanların makam ve mevkileri büyüdükçe, dürüst şahsiyet örneği ortaya koyacakları yerde, devasa yolsuzlukların failleri olarak toplumun önüne çıktıkları günümüzde, hem hukuku hâkim kılmak, hem de erdeme dayalı bir toplum hayatı kurmak için iman terbiyesinin denetiminde yüksek seciyeli fertler yetiştirmenin bir insanlık borcu haline geldiği herhalde inkâr edilemez.
2. Bkz. aynı eser, Sahife 2029.
