İtiraf etmeliyim ki ben de, meşhur ama azıcık meşhur olmayı bir şekilde başarmış herkes gibi arada bir Google’a adımı yazıp, ne var ne yok diye bakıyorum. Geçenlerde hakkımda dönen küçük çaplı bir Facebook paylaşımına denk geldim. Konu, benim nispeten kısa süren “resmî eğitim” hayatım hakkındaydı. Fakat dikkat edin! “Resmî eğitim hayatım” diyorum. Eğitim hayatım demiyorum! Çünkü bu ikincisi hâlâ daha devam ediyor...
Söz konusu paylaşımda, benim “lise mezunu” olduğum halde, bir yazar olmama vurgu yapılarak: “Özkan Öze lise mezunu, ama kaç tane profesörü cebinden çıkarır!” denmekteydi!
Cebimden profesör çıkarmak mı? Siz ciddi misiniz?
Tavşanların akademik kariyer yapma ihtimali olmadığı sürece, bunu müthiş göz bağcı David Copperfield bile yapamaz! Ayrıca ceplerimden profesör yerine, tarçınlı şerit sakız çıkarmayı tercih ederim çünkü onları her yerde bulamıyorsunuz!
Eğer okumak, yazmak, dört işlem, gibi temel bilgileri öğrendikten sonra on dört yaşında resmî eğitimini sonlandırıp, Londra’da bir ciltçi dükkanında çırak olarak hayata atılan ve burada çalıştığı yedi yıl boyunca eline geçen bütün kitapları okuduğu için, muazzam bir bilgi birikimine sahip olan Michael Faraday gibi bilim adamı olsaydım, “okulsuz eğitime” güzel bir örnek sayılabilirdim. Ancak ben bir yazarım ve yaptığım, bütün resmî eğitim hayatım boyunca öğrendiğim en önemli iki şeye, okumaya ve yazmaya devam etmekten ibaret…
Liseye kadar okudum evet! Ve özellikle sonlara doğru neredeyse her anından nefret ettim. Fakat bundan hiçbir zaman bir marifetmiş gibi de bahsetmedim.
İki çocuğu da devlet okullarında okuyan bir baba ve bir çocuk kitapları yazarı olarak, asla “Verdim okula Mevlâm kayıra” rahatlığında olmadım belki ama hiçbir zaman okulsuz bir eğitim anlayışından yana da olmadım. Eğitim sistemimizi; okullarına, ders kitaplarına, müfredatına, artık eskisi gibi çalmayan zillerine varana kadar hemen her şeyi ile kıyasıya eleştirdiğim zamanlarda bile...
Dersimiz: Canlılarda Üreme
Birkaç sene evvel eğitim-öğretim sorunlarının masaya yatırılmaya çalışıldığı—o kadar büyük bir masa bulunamadığı için yatırılamadı—bir çalıştayda, katılımcılardan biri aynen şunları söylemişti: “Ergenlik çağındaki çocuklara ‘canlılarda üreme’ konusunu anlatıyoruz. Bir düşünün; o yaşlarda en çok ilgilerini çekecek konu budur değil mi? Fakat bir bakıyorsunuz, sınıfın yarısı uyuyor! Bütün bu çocuklarda bir hormon problemi olamayacağına göre, başka bir problem var demektir!”
Eğer çocukların bu konuda “kendi imkânları ile” ulaştıkları bilgi seviyesinin Toros Dağları’nı çoktan aşmış, kükremiş sel gibi taşmış olmasını saymazsak, problem elbette başkaydı!
Hayatın en olağanüstü, en büyüleyici, en merak edilesi, en heyecan verici sırrını, sınavda çıkacak onlarca sorudan birinin cevabı olarak anlatırsanız, uyuyanlara hiç ilişmeyip, dersi dikkatle dinlemeye çalışanlara sormalısınız: “Sizin sorununuz ne?”
Bugün geriye dönüp baktığımda “resmî eğitim” ile aramdaki kan uyuşmazlığının en büyük sebeplerinden bir tanesini, bilgiyi büyük oranda sınavlarda çıkacak birkaç soruyu doğru cevaplandırmak için öğretmek ve öğrenmek üzerine kurulu bir sistem olarak görüyorum...
Çocuklar Büyür, Meraklar Küçülür
Bilgiyi sadece sınavlarda sorulacak birkaç sorunun cevabını verebilmek için öğretmek ve öğrenmek üzere kurulu böyle bir sistem, yaratılıştan sahip olduğumuz saf ve katışıksız merakın üzerinden adeta bir silindir gibi geçer. Büyüdükçe meraklarımız küçülür ve “ilmin hocasının” sesini, artık eskisi gibi duyamaz hâle geliriz...
Meksika’nın zıplayan fasulyelerinden, yıldızları ipsiz ve direksiz, uzayın enginliğinde döndüre döndüre tutan Kayyum bir Yaratıcı’ya, Madagaskar’ın tıslayan hamam böceklerinden, mercan resiflerinde bul beni oynayan neşeli deniz canlılarının elbiselerinde, “bir nakışta bin nakşı nakşeden” Müzeyyin ve Musavvir bir Rabb’e kadar, her şeyi doymak bilmez bir iştahla merak eden çocuklar, sıra derslere geldiğinde, “Ümmüş Pörtlek Ortaokulu”nda değil de, Hogwarts Cadılık ve Büyücülük Okulunda olduklarını hayal ede ede ders süresini geçirmeye çalışırlar.
Öğretmenlerini can kulağı ile dinleyenler ise, bunu yarın öbür gün girecekleri sınavdan güzel bir puan alıp, ailelerinin şerrinden kurtulmak ve nispeten iyi bir okula girmek endişesi ile yaparlar. Yoksa bir yaprağın hücrelerinde tıkır tıkır işleyen o muhteşem fotosentez makinelerini ve o akıl almaz “Kaf-Nun fabrikalarını” kurup işleten Hakîm ve Alîm olan Zât’ın sanatını, küçüklüklerinde olduğu gibi hayretler içinde merak ettiklerinden değil...
Uzun bir süredir yeni bir bilgi, onlar için, sınavda karşılarına çıkacak baş belası yeni bir soru demektir çünkü!
Ve bir minicik arıcığın, o çiçekten nektar, bu çiçekten polen toplayıp, evinin muhteşem ve kusursuz altıgen odacıklarını bal ile doldurması gibi, akıllarının ve kalplerinin köşe bucağını ilimle, hikmetle ve marifetle doldurmaya kâfi gelecek saf ve katışıksız merakları, “Acaba bu konu sınavda çıkar mı?” sorusunun peşinde koşmaktan perperişan olup, daha yolun başında yorulmuştur...
Biraz abarttığımı mı düşünüyorsunuz?
Belki ama herkesi ilgilendiren fakat pek az kimsenin dile getirdiği, yahut hiç kimsenin farkına varmadığı bir şeyi söylediğinizi düşünüyorsanız, avazınız çıktığı kadar bağırmak zorundasınız!