TR EN

Dil Seçin

Ara

Ölüm İnsana Yakışır mı?

Ölüm İnsana Yakışır mı?

Ölüm, bir geçiştir, fani hayattan sonsuz hayata bir geçiş... Sonsuz yaşamak isteyen herkesin aralaması gereken bir tül perde.

Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?

— Necip Fazıl Kısakürek

 

Sanatçı babasının tabutu önündeki fotoğrafına bakan kızı, babası için, “Ne kadar da yakışıklı. Ölüm ona hiç yakışmadı” diyordu.

Ölüm neden yakışmasın? Dünyada ölümün yakışmadığı bir insan var mı?

Kimlere yakışmamış ki ölüm?

Nice krallar, sultanlar, prensler, prensesler, dünyaca meşhur isimler, ölüme çare arayan doktorlar ve Lokman Hekim’ler...

Her şeyden önce ölüm çok çirkin, çok kötü, çok korkunç ve dehşetli bir olay değil ki...

Ölüm, bir geçiştir, fani hayattan sonsuz hayata bir geçiş...

Sonsuz yaşamak isteyen herkesin aralaması gereken bir tül perde.

Yaratılışı gereği sonsuzluğu, ebediyeti ve ölümsüzlüğü isteyen her insanın içinde var olan olgu.

Ama ne zaman, nerede, kaç yaşında? Bu konuda hiç kimsenin bilgisi yok. Böyle bir bilgi de kimseye verilmemiş. Bu, ölümü yaratan tarafından gizli tutulmuş.

Çünkü ölüm, her yaşta, her başta, her an ve her zaman yüz yüze geleceğimiz bir gerçek. Hatta hayattan daha açık bir gerçek.

Cahit Sıtkı’nın dediği gibi:

“Kim bilir, nerede, nasıl, kaç yaşında?

Bir namazlık saltanatın olacak,

Taht misâli o musalla taşında.”

Size en yakın bir mezarlığa uğrarsanız, mezar taşlarında bu manzarayı görürsünüz.

Bebeklerden yüz yaşına varıncaya kadar her yaştan mezar taşlarında tarihi kayıtlar vardır.

Geçtiğimiz yıl toprağın yeniden canlandığı bir bahar gününde bir vefat dolayısıyla gittiğim kabristanda mezar taşlarındaki tarihler gözümü içine doğru giriyordu. Bir de ne göreyim? Peş peşe sıralanan mezar sahiplerinin yaşları hep otuzun altında. Şaşkına döndüm. Anladım ki, mezarlık yaş farkı gözetmeden herkesi bağrına basıyor.

Bazı mezar taşlarının üzerinde fotoğraflar da vardı. Taze gelinler, damatlar, askerden yeni gelmiş gençler, hayatının baharında delikanlılar, saçları bellerine kadar uzanmış genç kızlar ve sekiz-on yaşındaki çocuklar gençliklerinin ve ömürlerinin altına “ölüm” imzasını atmışlar, başka bir ifadeyle o ruhsuz taşa “gerçek hayat” mührünü kazımışlar.

Dünyanın en yakışıklı, en güzel, en mükemmel, en müstesna ve en tatlı insanı şüphesiz Sevgili Peygamberimizdi. Rabbi katında en sevimli bir kuldu, Allah’ın habibi ve sevgilisiydi.

Azrail’le karşılaştığında Rabbinin yüce katını istemişti. En yakın arkadaşı Hz. Ebu Bekir’in dediği gibi, onun hayatı da güzeldi, ölümü de. Ölüm ona o kadar çok yakışmıştı ki, eğildi ve alnından öptü.

Bunun için Necip Fazıl da der ki:

“Ölüm güzel şey, budur perde ardından haber...

Hiç güzel olmasaydı ölür müydü Peygamber?”

Ölüm bir yok oluş, bir hiçlik, bir kayboluş, bir bitiş ve tükeniş değil. Bir daha dönmemek üzere ayrılık, hiçbir şekilde buluşmamak ve görüşmemek üzere bir gidiş ve çıkış hiç değil.

Ölüm ötesine inanan bir insan için ölüm, yeni ve taze, bâki ve ebedî bir âleme varıştır.

Bir de beraberine Allah’a olan sevgisini, Ona olan imanını almışsa; iman hırsızlarına inancını çaldırmamışsa, artık o kişi kayıpta değil, sonsuz bir kârda ve kazançtadır.

Peygamberimizin ifadesiyle bir mü’min kaç yaşında ölürse ölsün Cennette hep 32 yaşında bir genç olarak kalacaktır. Yaşlanmayacak, kocamayacak, yüzü gözü buruşmayacak, alnı kırışmayacak, sonsuza dek hep genç yaşayacak.

Üstelik çok güzel ve yakışıklı, boylu boslu, eni endamı yerinde, Cennet hurilerinden daha güzel, daha çekici, daha alımlı, kalıcı bir tazelik verilecek kendisine.

Bunun için ölümle kavgalı değil barışık olmalı, düşman değil dost olmalı, bir korkuya ve dehşete kapılmamalı, ölümün güzel yüzünü, sevimli simasını görmeli.

Yahya Kemal, ölüm gerçeğini “Ölüm âsude bahar ülkesidir bir rinde” mısraıyla dile getirirken, Necip Fazıl da şu beyitleriyle anlatır:

“O demde ki, perdeler kalkar, perdeler iner,

Azrail’e ‘Hoş geldin’ diyebilmekte hüner.”

“Öleceğiz, müjdeler olsun, müjdeler olsun!

Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!”