“Dokunsalar dağılırdı.” demiş şair. “İyi pişmiş kurabiye gibi kalbimiz!” Sonrası yok. Öncesi de yok ki. Bir kez söylenmiş, öylece bitmiş. Sözünü bırakmış gitmiş şair.
Tadı arttıkça, un ufak olmaya hevesleniyor ân. Dokunmaya kalmadan dağılıyor. Çaresiz; kala kalıyoruz. Ürkek. Tedirgin.
Yoksa ân dağılmasın diye mi mekâna özenilir? Serin kapta birikir belki diye vaktin suyu, uzunca süre oturulacak koltuklar mı hazırlanır? Dökülmesin diye ân’ın sırrı, solmasın diye ‘şimdi’nin yüzü, odalara yaşanmışlık tozu mu serpilir?
Hiç kırılmasın diye bakışların aynası, duvara eski çerçeveler mi asılır? Pencerelerden loş ışıkların süzülmesiyle, anların kırgınlığı mı avutulur?
“Sadece bir gölgelenme yeri dünya” dediğinden beri ‘kutlu yolcu’nun çok gölgeler geçti yeryüzünden. Çok ışıklar vurdu yâr yüzüne. Geldi geçti hepsi. Odalarda sonsuz vuslatın provası denendi. Olmadı. Olamadı. Sonunda, en sonunda Söz’ün kalbi açtı odayı çaresizlere.
Oda ki, hepten ışık… O da hep bahar… Oda ki, hep oturup kalınası. O da bin huzur adası:
“Velâ havfun aleyhim, velâhum yehzanûn…” “Korku yok onlara; hüzünlenmeyecekler de…”
...
Fotoğraf: Tuba Özçelik