Uzakdoğunun fakir bir ülkesinde, toprak yolda yürüyen, elele tutuşmuş yalınayak iki çocuk. Muhtemelen iki kardeş. İlk duygum bir “acıma” idi ki, pek çok imkândan uzak, üstü başı perişan bu çocuklar benim çocuklarımın yaşadığı hayatla kıyaslandığında çok şeyden mahrum görünüyorlardı. Belki kameranın arkadan çekiyor oluşu, yüzlerindeki ifadeyi görememem de bu duyguyu hissetmeme sebep olmuştu.
Birkaç dakika geçmişti ki, düşüncelerim birden tersine dönüverdi. Çünkü az önce acıma duygusuyla baktığım iki çocuk, kendi çocuklarım adına özlemini duyduğum doğal ortamda, üstelik sakin ve dingin bir hayatın içindeydiler. Ve dahası çocukluklarını “çocuk” gibi yaşıyorlardı. Bizim “modern” dünyadan bakılınca acınacak şartlarda gözükseler de, aslında tam da imrenilesi bir hayattı onlarınki…
Teknolojiden kısmen uzak, toprağın sinesinde, ağaçların gölgesinde, çiçeğin böceğin eşliğinde süregiden bir hayat, doğal seyrinde bir çocukluk… Onlar orada imkânsızlıklarla birlikte etrafa gülücükler saçarken, bizim modern dünya çocukları ebeveynlerinin dizginlenemeyen arzuları doğrultusunda, o kurs senin, bu eğitim benim koştururken, değil etrafa gülücükler saçmak, çocuk olduklarını bile unutuyorlar.
...
Şöyle bir bakalım etrafımıza. Bugünün çocukları tamamen yetişkinlerce planlanmış bir hayat yaşıyorlar. Hatta planlanmış bir hayata doğuyorlar.
Biz ebeveynler çocuklarımız için en iyisini istiyoruz. Bizim küçükken elde edemediklerimizi elde etsinler, kimsenin çocuğundan geri kalmasınlar, bizim gerçekleştiremediklerimizi gerçekleştirsinler… Reklamcılık sektörü de bu arzularımızın farkında ve çok da iyi kullanıyor. Aileler kendi ihtiyaçlarını öteleyebiliyorlar ama söz konusu çocuklarıysa hiçbir fedakârlıktan kaçınmıyorlar. Ne yazık ki, satın aldığımız pahalı şeylerle onların hayatta mutlu ve başarılı olacakları yanılgısına düşüyoruz.
Onların hayatını “mükemmel” hale getirme çabalarına daha onlar doğmadan başlıyoruz. Şimdilerde pek çok çocuk, klasik müziğe aşina bir şekilde geliyor dünyaya. Annesinin karnında bol bol dinliyor zira… Vitaminler, besin takviyeleri çocuğumuzun beyni, sağlığı mükemmel olsun diye… Doğana kadar, doğduktan sonra kitap, eğitim, uzman tavsiyesi, hepsi de onun için. Daha çok bildikçe daha çok planlamaya başlıyoruz. Harfiyyen uymaya çalışıyoruz tavsiyelere. Günde şu kadar protein, şu kadar vitamin almalı, o halde bugün mutlaka şunu şunu yemeli. Zorla yediriyoruz. Zaten çoğu zaman acıkmadan yedirdiğimiz için tat da alamıyor. Çocuk yemeğe karşı tepki geliştiriyor.
Büyüdükçe daha fazla düşüyoruz üstlerine. Daha bebekken, zeka gelişimi için eğitimler, eğitim setleri onlar için. Çocuklara mı, yoksa bunları üretenlere mi daha çok fayda sağlıyor bilinmiyor.
...
Bir kısmımız da evde sürekli faaliyet üretme peşinde. Canlarının sıkılmasına bile izin vermiyoruz. Hemencecik çözüm üretiyor, meşgul edecek bir şeyler buluveriyoruz. Birazcık canı sıkılsa sorumluluğu hemen üstümüze alıyoruz.
Oysa çocuk bu, serbest bırakılsa her şeyi oyuna dönüştürmenin yolunu bir şekilde bulur. Fıtratı bu çünkü. Çocuklar yalnızlarken de, bir araya geldiklerinde de, kendilerini oyalamayı mutlaka başarırlar. Onları “biz yetişkinlerin eğlendirmesi gerektiği” fikri, kontrolcü yapımızın ürünü bir düşünce.
Ya da bazen işimize gelmiyor çocukları serbest bırakmak. “Uslu,” “Oturduğu yerde oturan,” “Hiç kırmayan,” “Hiç dökmeyen,” “Koşmayan,” “Düşmeyen,” “Ödevini hiç sıkılmadan yapan” çocuklar hedefliyoruz, onların çocuk olduklarını unutarak. Daha vahimi, hareketli çocukları sırf hareketli oldukları için “ilaçla durduruyoruz!” Mükemmeliyetçiliğin esiri haline gelmiş, kontrolü elden bırakmayan ebeveynler ve eğitimciler olarak. Ne yazık…
Her şey plan program dahilinde… Artık minicik yaşta kurslarda çocuklarımız. Biz planlıyoruz, onlar gidiyorlar. “Gelecekleri için” tabi! Çok iyi bir müzik kulağına sahip olsun yavrum. (Ama o kulak kuşların seslerini ayırt edemiyor.) Spor salonunda koşuyor, gelişiyor. (Ama o bacaklar kırlarda özgürce koşmanın keyfini, tepeye tırmanmanın keyfini hiç tatmamış.) Günde şu kadar dakika parkta oyun oynuyor (Tamamen yetişkinlerce tasarlanan oyuncaklar ve yetişkinlerin göz hapsi altında, hatta koruma ve müdahalesiyle.)
Bizler sokakta büyüdük. Özgürce mahallemizde ya da bahçemizde oynarken göz hapsinde değildik. Keşfederdik. Yanlış yaparak da öğrenirdik, risk alarak da. Arkadaşlarımızla ilişkilerimizi kendimiz idare ederdik. Büyüklerin müdahalesine gerek kalmadan. Kendimiz küser, kendimiz barışırdık doğal seyrinde.
...
Şimdilerde parklarda sürekli müdahale eden büyükleri görüyorum. Çocukların hareketlerine, oyunlarına, arkadaşlarına, ilişkilerine sürekli müdahale eden. Onları kontrol altında tutan.
Oysa çocuk sosyal, duygusal, zihinsel gelişimini, ancak özgür hissettiğinde, kendine fırsat verildiğinde, kendi kararlarını kendi alabildiğinde daha iyi geliştirebilir.
Çocuklarımız özgür değiller, kendileri olamıyorlar… “Proje Çocuklar” yetişiyor sayıları artarak, “Aşırı Ebeveynlerin” ellerinde. Kaygılı, mükemmeliyetçi ebeveynler… Ve zamanı tıka basa doldurulmuş çocuklar… Her şeyleri yetişkinlerce organize edilmiş… Sürekli kontrol altında… Her şeyine müdahale edilen…
Ne yazık ki mutlu değiller… Günden güne daha huzursuz nesiller yetişiyor malesef, depresif nesiller…
Oysaki çocuk deyince akla mutluluk geliyor, bir çocuğa en çok da mutlu olmak yakışıyor.
Ve çocuğun mutlu olması hiç de zor değil. Fıtratında var zaten. İhtiyaçları olan tek şey “çocuk” olabilmek. Yetişkinleştirilmiş değil, “çocuksu” bir çocukluk yaşayabilmek. Ailesiyle başarı odaklı değil, “sevgi odaklı” ilişkiler sürdürebilmek.
Ne dersiniz? Hak etmiyorlar mı çocuk olmayı? Unutmayalım ki, başarılı olma imkânı her zaman vardır, kariyer imkânı da, para kazanma imkânı da. Ama bir daha geriye dönüp “çocuk” olma imkânları asla olmayacak. Bırakalım da iş işten geçmeden çocuk olsunlar, çocuk gibi yaşasınlar…