TR EN

Dil Seçin

Ara

Cennet Gibi Bir Dünyadan Sanal Dünyaya Doğru Neler, Nasıl Değişti?

Cennet Gibi Bir Dünyadan Sanal Dünyaya Doğru Neler, Nasıl Değişti?

Ben küçükken tek bir dünyamız vardı. Dedelerim çok önceden vefat etseler bile; annem, babam, anneannem yanımdaydı. Ya da kardeşlerim ve sayısız sevdiğim... ‘İki kat ihtiyarlar’ da dâhil olmak üzere, o zamanlar aramızda ‘yaş farkı’ yoktu sanki. Nur yüzlü anneannem bile arkadaşımdı. İki kişiden oluşan müzik ekibimizde, ilahiler ya da marşlar sürüp giderdi:

“Sivastopol önünde yatar gemiler…”

Her sırrımı kendisine rahatlıkla açardım, o da bana tabi ki… Onun yorgun ayaklarını ovalarken ya da geniş bahçemizde bir el arabasıyla gezdirirken, birbirinden güzel cennet sohbetleri yapardık. Babamla da çok değişik oyunların yanında, kış mevsimlerinde bol bol kızak kayardık. İtinayla yaptığı kızaklara bindiğinde, onu büyük bir sevinçle çekmeye çalışırdık. O da bizler gibi gevrek gevrek gülerdi. Annem ise ‘her şey’di dünyamızda, şefkat kahramanıydı. Bir problem çıktığında anında hallederdi. Hepimiz şaşardık buna, “Nasıl yapıyor?” diye.

Uzun yaz günlerinde ve gecelerinde, tadına doyulmayan oyunlar oynardık. Saklambaçlar, körebeler, cicoz ya da fincan oyunlarıydı bunlar. Bütün bu oyunlarda, 10 yaşında olsak bile hiç dışlanmazdık. Üstelik de özel bir ilgi görüyorduk. En azından biz öyle bilirdik ya! ‘Saklambaç ebeleri,’ bizi diğerleri gibi arar dururdu. ‘Fasulyeden’ saymazlardı hiçbirimizi. Fincan oyununda takımlar kurulurken, biz de bir takımın ana elemanı olurduk.

Önemliydik kısacası, sevgi ve ilgiyle kuşatılmıştık. Sonuçta da en ufak bir fiske bile yemeden, kalbimiz bir kere kırılmadan büyüdük. Bize layık değerlerle birlikte tabi… 

Ama bazı çocuklar, ne yazık ki bu imkâna sahip değildi.

60’lı yıllardan sonra Türkiye’de bazı şeyler değişmeye başladı. Ekonomik darboğazdan kısmen çıkıldığından, ‘yeni moda icatlar’ dönemi başladı. Ayşe Hanım evine bir eşya almışsa, Fatma Hanım almadan duramazdı. Ayıp olurdu çünkü, küçük düşebilirdi. Çok kısa bir zaman sonra bu durumun sonuçları görülmeye başlandı. ‘Gelenek ve görenek belası’ yüzünden, kazançlar artsa da masraflara yetmedi. Artık babalar, işe daha erken gidip daha geç dönüyordu. Memur olanlar ise, fazla mesaiye kalmaya çalışırdı. Bu tempo her yıl daha da hızlandı. Ve bir 10 sene kadar sonra bu sefer de ‘İş Kadını’ dönemine girildi. ‘Erkeklere taş çıkartan iş hanımları’ artık müdür ya da şef oluyordu. Dünya hali bilinmezdi tabi ki. Bakarsın erkek eşini aniden boşar, kadın da çocuklarıyla yalnız kalırdı. Bu yüzden bütün hanımlar ekonomik özgürlüğe kavuşmalıydı.

Sonunda kavuştular. Ama çocuklarını kaybederek… Elbette ki mutluluklarını da…

Anneler ve babalar, sözde çocukları için kendi dertlerine düştüklerinde, çocuklar sırdaşlarını birer birer kaybetti. Arkadaşlarını da… Karınları doysa bile ruhen aç kalmışlardı.

70’li yıllar içinde TV girdi evlere. Baba işten geldiğinde zaten yorgundu. Birkaç lokma yedikten sonra yatacaktı. Tabi ki haberleri ve maçları seyrederek... Annenin durumu biraz daha farklıydı. Ev işleri kendisini bekleyip duruyordu. Ona bütün gün boyunca hasret çeken çocuğuysa ilgi elbette. Derslerinde bir sürü sıkıntısı vardı. Bazı arkadaşları da her nedense onu dışlayıp duruyordu. Oysa o yaşlarda buna dayanamazdı. Arkadaş hatırı için her şeyi yapmaya hazırdı sanki. Kendisinden istenenler aklına yatmasa da, bazı şeyler onun için ‘çok kötü’ sayılsa da…  

Çocuk aptal değildi ya, bir çözüm yolu arardı elbette. Babasıyla konuşmaya bir fırsat bulabilse… Sırlarını ona bir açabilse. Ama yıllardan bu yana her türlü ihtiyacını karşılayan babası, son yıllarda içine kapanmıştı. Etrafına baksa bile sanki hiç bir şeyi göremiyordu. Bu yüzden de ya onu ayıplarsa, dalga geçerse?

Zaten yorgundu adam, onu daha da yormak anlamsızdı.    

Çok şükür annesi yanındaydı çocuğun. İşten yorgun gelse bile akşam namazından sonra bol bol vakti olurdu. Kendisiyle sohbet eder, sırlarını ona açar, sonunda da elbette bir çare bulurdu. Zaten annesi, bütün anneler gibi şefkatliydi. Ve yavrusuyla konuşmaktan lezzet alırdı.

Ama eskidendi o... Şimdi artık dizi dizi diziler vardı. Hepsi boğazdaki yalılarda çevrilen. Dört hizmetçi, iki aşçı, iki bahçıvan... İki de şoför tabi. Oysa anne kiralık bir evde yaşamaktaydı. Ne mersedes ne BMV, külüstür bir arabaları bile yoktu. Hizmetçi de aşçı da kendisiydi. O da kadındı elbette, dizideki hanımlardan ne farkı vardı? Bu yüzden de diziler, onu çok kısa sürede içine çekti. Anne artık dizideki bir kahramandı. Genellikle başroldü bu tabi ki… Onunla tamamen bütünleşmişti. Her gece 2-3 saat, bir yalıda yaşayıp nefes alıyordu.

Yalı deyince… Beceriksiz kocası, iki odacık olsa da kendisine bir ev alamamıştı. Üstelik de dizideki delikanlılar gibi, yeşil gözlü, boylu boslu biri değildi.

Dizilerle maçlar çakıştığında (zaten çakışmaması imkânsızdı) evdeki TV’lerin sayısı çoğaldı. Anne başka bir odada hayallere dalarken, baba da ayrı bir köşeye çekilmişti. Diziler saatler boyu sürdüğü için, sonunda anneyle babanın odası ayrıldı, ortak değerleri birer birer kayboldu. Hiç olmazsa iş dönüşü yapılan sohbetler unutulmuştu artık. Tıpkı çocuklar gibi… 2-3 yaşında bebekler bile, anneleri rahat TV seyretsin diye, ‘aypet’teki oyunlarla meşgul edildi. Daha büyük çocuklar da gerçek dünyadan çekilip sanal âlemlerin kahramanı oldular. O âlemde hiçbir zorluk bulunmuyordu. Zaten varmış gibi görünse bile, bir düğmeye basılınca hemen kaybolurlardı. Pembe bir âlemdi bu, pembe diziler gibi. Zaten ‘internet’ denilen bir buluş vardı, onları farklı dünyalarda dolaştıran. ‘Sosyal medya’ icadı da bir harikaydı. Son moda telefonlara gelince… İnanılmaz derecede becerikliydi hepsi, gençlerin aklılarını kendisinde toplayan, bu yüzden de ‘akıllı telefon’ diye bilinen…

Genç kızlar ve çocuklar, artık aradıkları ilgiyi bulmuştu. Kendileri gibi yalnız bırakılan gençleri…     

Sonunda ‘Özel Cennetler’ yani aile yuvası mahvolup gitti. Bir nesil önce herkesi kuşatan dünya, aile fertleri kadar dünyalara bölündü. Herkes farklı dünyalara hapsetti kendisini. Çocuklar, kendilerini terk eden anne ve babalarına sırtını dönüp, arkadaşlarını sırdaş seçtiler. Ve onların gösterdikleri yola saptılar. Anne ve babalarsa, birbirinden her gün daha da uzaklaşıp, ‘sevgi’ denilen iksirden mahrum kaldılar. Son 10 yılda boşanmalar kat kat artıp yüzde 70’lere dayandı. ‘Sanal Dünya Çocukları’ hasret kaldıkları mutluluğu ararken, yollara döşenen mayınlara bastılar. Kimi içki batağında boğulup gitti, kimi uyuşturucu… Kimisi de yasak ilişkilerde, bazen intiharlarla sonuçlanan…  

“Biz bu hale nasıl geldik?” diye merak edenler, elbette ki özellikle anneler ve babalar, kendilerini hesaba çekmeli. Ve Allah’ın ve Resulünün sözünü dinlemeli. İlahî formüller artık çok iyi biliniyor. Bizden biri olmasa da Gogol Baba bile biliyor bunu, üstelik de her merak edene söylüyor. Hem de hiç saklamadan, sansüre uğratmadan. Mühim olan gayret edip onları uygulamak… En azından yavruların hatırı için. Kulaklar doymuş artık, şimdi sıra gözlerin doymasında, güzel örneklerin görülmesinde…

Kendi keyifleri için bu işi terk eden anneler ve babalar, acıların en büyüğünü yaşamak zorundalar.   

‘Acıların en büyüğü’ evladını bir kazada ya da bir hastalık sonucunda kaybetmek değil; onları henüz sağken, bir içki masasında ya da uyuşturucudan çırpınırken görmektir.

Bir evlada değil de, ‘yaşayan bir ölü’ye sahip olmak isteyenler, karanlık geceden farksız o pembe dünyalarında dizi dizi dizilere devam edebilirler.