Bir insanın babası hangi memleketli ise, kendisi de oralı sayılır. Kendisi başka bir diyarda dünyaya gelse dahi, memleketi sorulduğunda babasının memleketini söyler.
Bizim atamız Âdem (as.) bu dünyaya Cennetten geldiğinden, biz neseben Cennetliyiz. Asıl vatanımız Cennettir. Bu dünyaya ise çalışmak ve memleketimize büyük bir sermaye ile dönmek üzere gelmişiz. Ancak burada vazifemizin aksi ile hareket edip, müebbet hapse mahkûm olmamız ve artık memleketimize dönemememiz de sözkonusu olabilir.
Bu dünyada kazandığımız mallar ve makamlar, o âleme bir şey götürmezsek, beş para etmemektedir. Gurbette çalışmaya giden bir işçi memleketine eli boş dönse ve kendisine orada ne yaptığı sorulduğunda ise, “şöyle yedim, böyle içtim, şuraları gezdim..” dese, bu kimseye divâne derler. Çünkü bu kişi gurbete, yemeye, içmeye ve eğlenmeye değil, asıl memleketine dönüşünde bir şeyler getirmek üzere çalışmaya gitmiştir.
Bir insan öldüğü zaman, servet sahibi ise, bu servetini yanında götüremez. Evlâdına miras kalır. Bu zat âlim ve faziletli bir kimse ise, bu ilim ve faziletini beraberinde götürür, oğluna bırakmaz. Yani kendi ilmiyle bu dünyadan göçüp gider. Bu duruma göre insan bu dünyada ya Allah’a ve elçisine itaat, ibadet, fazilet üzere ve tahkikî imanla yüklenip âhirete bu sermaya ile göçüyor ya da isyan, küfür, ahlâksızlık gibi bozuk ve pis şeylerle dolarak bu dünyadan ayrılıyor.
Madem ki, servet, makam, zevk ve safâ da; fakirlik, elem ve keder de bu dünyada kalıyor; öyleyse asıl önemli olan şey, beraberimizde götüreceğimiz geride bıraktıklarımızın olumlu ve olumsuz sonuçlarıdır. Yani madem burada bir sınavdayız, sınavda sorulara doğru cevap vermek önemlidir. Bize gerçekten faydası ya da zararı olacak şeyler, ileride göreceğimiz muameleyi de belirleyecek olan şeyler sorulara verdiğimiz doğru ya da yanlış cevaplardır.
Bir yolcu için en önemli mesele, varacağı hedefidir. Yolcu için, yolda çekilen elemler gibi, alınan lezzetler de asıl değil teferruattır, çok da önemli değildir. İnsan da bu dünyada ahiret yolcusudur.
Meselâ düşünelim ki, Erzurum’dan İstanbul’a trenle gitmekte olan iki kişi var. Bunlardan birisi padişahın lütfuna, hediyelerine mazhar olmaya, diğeri ise işlediği suçlardan dolayı mahkemeye çıkarılıp lâyık olduğu cezayı görmeye gidiyorlar. Elbetteki biz bunlardan birincisine bahtiyar, ikincisine ise bedbaht deriz. Durum böyleyken, bahtiyar olan kişi, trenin üçüncü mevkiinde de gitse, hattâ yer bulamayıp geçiş koridorunda da yatsa çok fazla önemi yoktur. Çünkü bu yolculuğun bitiminde kendisini büyük bir mutluluk beklemektedir. Fakat bedbaht olanı için, seyahatini yataklı vagonda yapsa da ve her türlü ihtiyacı en iyi şekilde karşılansa da yine bir değeri yoktur. Çünkü; bu seyahatin sonu onun için yaptıklarının kötü karşılığını görmektir. Bu örnekteki gibi dünyadaki makam, koltuk, servet gibi şeyler, trendeki mevki farklarından başka bir şey değildir. Bununla beraber hem yataklı vagonda gitmek, hem de yolculuk sonunda lütuflara mazhar olmak mümkündür. İslâmiyet buna engel değildir, bilâkis teşvik edici olmuştur.
Öyleyse biz ahiret yolcuları için, dünyayı ahiretin tarlası bilerek hareket etmek ve Esma-yı İlâhiyenin bir tecelli yeri olarak bilip okumaya ve manalarını anlamaya çalışmak en doğru harekettir.