Bir insan öldüğü zaman, servet sahibi ise, bu servetini yanında götüremez. Evlâdına miras kalır. Bu zat âlim ve fazıl bir kimse ise, bu ilim ve faziletini beraberinde götürür, oğluna bırakmaz.
Dünyevî olan servet, makam, zevk ve safâ gibi; fakirlik, elem ve keder de bu dünyada kalmaktadır. Mühim olan husus, beraberimizde götürdüğümüz müspet ve menfî neticelerdir. Bu noktayı hatırdan çıkarmamak ve hedefi kaybetmemek icabeder.
Bu dünyada misafir ve yolcu olan insan için en mühim mesele; varacağı nihaî hedeftir. Yolda çekilen elemler gibi, alınan lezzetler de önemsizdir. Bunu bir misâlle izah etmeye çalışalım:
Erzurum’dan İstanbul’a trenle gitmekte olan iki şahıs düşününüz. Bunlardan birisi lütuf ve ikramlara mazhar olmaya, çok değerli hediyeler almaya gitsin; diğeri ise sorguya çekilip hakettiği cezayı görmeye gitsin.
Elbetteki biz bu şahıslardan birincisine bahtiyar, ikincisine ise bedbaht diyeceğiz. Bahtiyar olan zat, trenin üçüncü mevkiinde de gitse, hattâ yer bulamayıp salonda da yatsa önemi yoktur. Çünkü, bu seyahatin neticesinde kendisini büyük bir saadet beklemektedir.
Bedbaht adam ise, seyahatini yataklı vagonda da yapsa ve her türlü ihtiyacı en iyi şekilde karşılansa da yine ehemmiyetsizdir. Çünkü; bu seyahatin sonu onun için hata ve zarardır.
Dünyevî makamlarımız ve dünyadaki koltuk dâvâlarımız, trendeki mevki farklarından başka bir şey değildir.
Bununla beraber hem yataklı vagonda gitmek, hem de lûtfa mazhar olmak için gitmek mümkündür. İslâmiyet buna mâni değildir, bilâkis müşevvik olmuştur.